Babamın, ödeyemediği taksitlerin hayfını çiziktirdiği o satırlar arasında unutamadığım, her okuduğumda kalbimde hüzünlü kuşların kanat çırptığı bir mesel vardı. Bana göre, bütün pişmanlıklarını, hatalarını, gücünün yetmediği zamanları, elinden gelmezlikleri temize çektiği yer orasıydı. Gözyaşlarımın henüz koyulaşan sakalıma harf harf bulaşmasına sebep şey; anneme, onu unutmaması ve affetmesi için uzattığı unutmabeni çiçeği meseliydi. İnsan yapamadıklarının, yaşatamadıklarının özrünü, uzattığı tek bir çiçekte, upuzun bir cümleyi susar gibi söyleyebilir miydi? Kim bilir, belki söyleyebilirdi. Fakat o çiçeğin uzatılışının bir özür anlamına geldiğini annem hiçbir zaman bilmedi.
Bitişik nizam evlerin, portakal çiçeği kokulu, yoksul sokaklarında yürüyor Cabir Özyıldız. Bir dama çıkıyor gecenin sıcağında, kaderleri bir yoldaşların hayatına bakıyor. Sonra bir köprü altında, kimsesiz çocukların, binlerce kez yaşanmış hayatlarıyla bir çizik atıyor okurun ruhuna. Elinde bir alet çantasıyla bir eve girip derinlere kazınmış bir ismi çağırıyor. Öykülerinde, okura bir eski zaman türküsünün kâh hüznünü kâh burukluğunu kâh ince tebessümünü sunuyor.
Yazar, ilk kitabı Eski Zaman Türküsü’nde, ustaca yansıttığı sahi evrenlerle birlikte, şairin “o kadar azız ki mutluluk bile bizden çok” mısrasına şerh düşercesine telafisi imkânsız şeylere, delişmen kelimelerle bir kördüğüm atıyor. Çözebilene aşk olsun.
Benim Rüyalarım Hep Çıkar
Yazar: Esra Kahya
Yayınevi: İletişim Yayınları
“Taşlıktayım. Elimde makas. Yağmur yağıyor. Tulumbanın kıyısına oturdum. Önümde cansız bez bebekler. İçine böcekli yünler dolduracağım, büyülü kâğıdın arasına da altın sarısı saçlarımdan. Büyülü bir bebek yapmalı. Tam kalbinde saçlarım. İğneyi oraya, hayatının aktığı yere sokmalı ki benim yandığım yerden yansın…” Umay’dan nefes isteyenler, büyü yazılı bez bebekler, musibetlere karşı yakılan tütsüler, gerçeğe karışan rüyalar, dünyayı daha güzel bir yere dönüştüren kehribarlar, adaklar, muskalar, dualar, beddualar… Benim Rüyalarım Hep Çıkar, kendinden efsunlu öykülerin kitabı. Esra Kahya, metaforlarla örülü bir dilin hünerli yazarı. Edebiyatımızda yeni ama kalıcı olacak bir ses.
Evdeki Israr
Yazar: Mehmet Özkan Şüküran
Yayınevi: İthaki Yayınları
“Yazar, neden yazar?”
Evdeki Israr’da, ısrarın sebebini soruşturmak için öncelikle bir ev inşa ediyor Mehmet Özkan Şüküran. Yazıyı yurt, dili toprak, edebiyatı ülke kılmak üzerine düşünüyor. Yazıyı bir iletişim aracından ibaret görmediğimiz, aynı zamanda bir iletişim mekânı, buluşma mekânı olduğunu belirttiğimizde öncelediğimiz yurdu geziyor, toprağı anlamaya çalışıyor.
Yazar, neden bu yurdu öncelemek ister? Evi yıkıldığında, eve dönmenin yolları kapandığında neden yeni bir yurt inşa etmeye çabalar? Yazmanın, yazarak bir inşaya girişmenin, yazıyla sığınacak yeni bir ev kurmanın anlamı nedir?
Şair, bu kez denemeleriyle okur karşısında. Dilin ve edebiyatın tel örgülerini aşarak.
“Politik mücadeleyle çözülebilecek bir şeyi edebiyattan veya genel olarak sanatsal üretimden beklemenin garabeti… Edebiyat, politik mücadelenin iskeletinin oluşumunda yalnızca bir payanda işlevi görebilmiş. Hayat karşısında edebiyat. Bu ifade de bir bağlam oluşturmuyor. Edebiyat; daha değerli bir alan, bir konum yaratmamakla birlikte –bu bağlamın dışına çıkıp söylersek– her şeyden önce hayatın karşısında çok hafif kalıyor.”
Belki de Rüya Değildi
Yazar: Muazzez Çörtelek
Yayınevi: Yitik Ülke Yayınları
Muazzez Çörtelek, Tuğla Harmanı, romanından sonra bu kez öyküleriyle karşımızda. O öyküler ki, satır aralarında anılara yüklenerek içini döküyorlar okura. Bir gölgenin rüyası olarak dolaşan bir kadın, Sarmaşık Sokağı’nı geçip Portekizli şair Pessoa’nın bir şiiriyle buluşmaya gidiyor. Öyle günler ki anlatılan, gazoz kapaklarının altındaki karaca resimleri evlilik müjdesine dönüşüyor. Yeni alınan bir minibüs konu komşuyu mehtap seyretmeye götürmek için gerekçe oluyor. Onca gürültü patırtı arasında kelebeklerin kanat sesini duyanlar çıkıyor tek tük. Telefonla veriliyor ölüm haberi on dokuz yaşındaki bir kedinin. Hane halkından birininmiş gibi. Güzelim jakaranda ağacının dökülen yaprakları yerde bir Pollock tablosu yaratıyor. Somut ve soyut bir arada. Bir kuyunun dibinden İstanbul’a dağılan dehlizler bir çocuğun hayaline bağlanıyor sonunda. Çörtelek, insana yakışan duygularla örülmüş bir dünyayı anlatıyor yine bize. Sadelik ve incelikle.
Üniversite öğrencisi siyah, uzun saçlı bir kız elindeki kitap listesini uzatıyor kitap satıcısına. “Ne uzun bir liste bu, en güzel kitaplarımızı alıp götürüyorsunuz,” diyor adam gülümsemesini gizlemeden. Öykü kokan kocaman paketleri taşımak için de kıza yardım ediyor. Çörtelek, başka öykülerinin içine saklamış olsa da tümceleri, ben aralarındaki konuşmayı duyar gibi oluyorum:
“Söyler misiniz, kumruların gözlerinin kırmızı olduğunu bilen kaç yazar kaldı şu kanadı kırık dünyada?” diyor genç kız. “Çok az!” diye yanıtlıyor adam ve ekliyor: “Ben de sormak isterim size, kadınlar neden yazdıkları her mektubu göndermezler?” Sonra karşı kaldırıma geçiyorlar aceleyle, kızın yanıtını duyamıyorum. Duymak için de “Belki de Bir Rüya Değildi”yi okuyorum. – Akgün Akova
Ev Düşkünü Bazı Rüzgârlar
Yazar: Mehmet Mahsum Oral
Yayınevi: Everest Yayınları
Ev Düşkünü Bazı Rüzgârlar, yazılmalarından yıllar sonra, beklenmedik biri tarafından, tahmin edilmeyen bir yerde bulunmuş metinlerin bir toplamı gibi: Diyelim ki bir kiracının yeni geldiği bir evde keşfettiği, herhangi bir zamana yahut kişiye yazılmamış, belki de hiç yazılmamış, hakikatin süzülerek girdiği dil kisvesiyle vücuda gelmiş ve bununla yetinmiş pasajlar, anlar bunlar.
Mehmet Mahsum Oral, 2019’da yayımlanan Barbarlarla Beklerken’de bir yürüyenin, belki bir barbarın barbarlık anlatısını yazmıştı. Aynı makamda, mekânların acıyı biriktiren yüklü belleğini günlük hayatın ayrıntılarında arayarak bu kez evi, evleri yazdı, evdekileri ve dışarının ağrısını.
Benden önce bu evde kalmış kiracı, bir fotoğraf için, belki de bir saat için duvarda açtığı deliği kapatmadan gitmiş. Bu küçük deliği bir alçıyla sıvayabilecekken bu dünyada onun ve benim gibi insanların sahip olduğu ve devredebileceği tek mülkün bu küçük delik olduğunu göstermek istercesine onu açık bırakmış.
Örtü
Yazar: Uğur Demircan
Yayınevi: İthaki Yayınları
İlk kitabı Kilim’den sonra bu kez Örtü’yle selamlıyor okuru Uğur Demircan. Öykülerinde sır örtüleri her yanı sarıyor, aralıksız yağan kar kanın, kayıpların üstünü örtüyor ve pişmanlıklar sertçe dokunmuş kızgın bir kum örtüsü kadar can yakıyor. Günah kuyularına atılan kapkara taşların gizledikleriyle, serin suların son verdiği özlemlerle çiziyor kahramanlarını. Kavuran, donduran, boğucu ve ağır kumaşların altında, gerçeklikten kaçmadan oynatıyor kalemini.
“Koyu yeşil ve bulanık bir karanlık içindeydi artık Efe. Hızla kaçan hava baloncukları arasından yukarı baktı, hareketli bir cam bölme vardı sanki birkaç metre üstünde. Daha aydınlıktı orası. Dalgaları tersten görüyordu, aydınlığın hızla karardığını da. Batıyor, yukarı çıkamıyordu. İlk kez yakalandığı fırtına yüzünden paniklemiş, battıktan sonra korkuyla çırpınmış ama fayda etmemişti. Koyu yeşil ve daha da bulanık bir karanlık içinde yavaşça salınıyordu şimdi.”
Evine Dönemeyen Adam
Yazar: Emrah Öztürk
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
“Limon Yağmuru” (2014), “Anlatamıyorum” (2017) kitaplarıyla adını duyuran Emrah Öztürk’ün üçüncü öykü kitabı “Evine Dönemeyen Adam”.
Kişileri çevreleyen zamanla mekânın, eylemleri belirleyen eşyayla doğanın güçlü anlatımı göze çarpıyor öykülerde. Özellikle “Rüya Hanım’ın Günlüğü” öyküsünde mutluluk, özgürlük ve benlik arayışını zehirleyen ihanet ve suçluluk duygusu öne çıkıyor. Karabasanlar, gerilimler, hesaplaşmalar ve ödeşmeler bir korku filminin sisli havası içinde veriliyor.
Sessizlikteki dostlukla gürültüdeki düşmanlık arasında derinleşen, bireysel arzularla toplumsal dayatmalar arasında göz ardı edilmiş duyarlıkları incelikle işleyen bir kitap, “Evine Dönemeyen Adam”.
“Tüketici bir karanlık kaplamıştı ruhumu. Üstelik her şey, her şey müthiş bir sessizlik içindeydi; boğulmama karşı kayıtsızdı her şey. Buna razı gelmiş gibiydiler. Veya sanki beni boğanla aynı fikirdeydiler… Gelip beni kurtaracak, bu duruma dur diyecek, müdahale edecek kimse yoktu ortalıkta. Unutulmuş, daha doğrusu göz ardı edilmiştim. Kimileri böyle bir durum karşısında hemen teslim bayrağını çeker, kendisini bekleyen kadere boyun eğer. Yani direnmez, yani şu söz konusu değersizlik hissiyle hemen barışır. Tamam, der. Benden bu kadar, der. Fakat ben öyle demiyordum. Çırpınıyordum. Sağ kalmaktan ziyade değerli olduğumu ispat etmek için çırpınıyordum.”
A.P.T.M. ya da Şimdiki Zamanın Esrarı
Yazar: Faruk Turinay
Yayınevi: Everest Yayınları
“Halbuki asıl marifet, hiçbir harfi kullanmadan anlatmak.”
Aşk Parametreleri Tespit Merkezi Yüksek Konseyi Başkanı Timuçin’in, isimsiz anlatıcının da aralarında bulunduğu ve komisyon başkanlıklarına atadığı altı arkadaşının hedefi, merkezi resmen bir derneğe dönüştürmektir. Bunun için Mardin’de yaşayan Mehlika’yı da aralarına alırlar, ancak bu sefer de ondan öğrendikleri, Kitap diye anılan çok eski ve esrarlı bir metni bulup sırlarını çözmeyi görev edinirler. Tesadüf gibi görünen gizemli bir deneyim anlatıcıyı, Mardin’de kendini, Mehlika’yı, Kitap’ı “ve diğer hazineleri” keşfedeceği, işaretlerle, simgelerle ve tuhaflıklarla dolu bir maceraya sürükler: Her şey “bir PLAN’ın parçası” mıdır yoksa “sadece ilk kuralını bildiğimiz, diğer kurallarını ise ancak tahmin edebildiğimiz” gerçekçi bir oyun mu? Öyküleriyle tanıdığımız Faruk Turinay, ilk romanı A.P.T.M. ya da Şimdi Zamanın Esrarı’nda, var oluş, hakikat, kurgu ve zamanla arasına ironiyle mesafe koyan, dört başı mamur bir sahne kuruyor.
Dünyayı mahveden daima eksik iyilikler, eksik kalmış günahlar ve aşklardır, demiş kaşları yazı masasına değen adam. Edebiyat da hayat gibi. Kusurlu. Tarifi yarım yamalak verildiği için değil, sadece beceriksiz birilerinin elinde oyuncak olduğu için değil; malzemeleri eksik olduğu için yapılamayan, az sonra soğuyacak, kötü bir yemek gibi.
Yağmurlu Yokuş Zeki Ben!
Yazar: Figen Yıldız
Yayınevi: Romanoku yayınları
Sessizliği ve dut dallarının hışırtısını dinleyerek yatıyorum. Orada sallanan gövdeyi düşünüyorum. Benim gövdem olmalı diyorum. Yaşlarla yıkanan yüzü berraklaşıyor. Erken yiten bir hayatla acıtmak istiyorum herkesi. “Karşı çıkıyorum kurallarınıza, anlam veremediğim imkânsızlıklarınıza! Siz, hepiniz! Yalanlarınızdan bıktım! Sahte dünyanız sizin olsun.” diye haykırıyorum.
Figen Yıldız’ın on beş öyküden oluşan ilk kitabı Yağmurlu Yokuş, Zeki Ben! yaşamın gölgede kalan yanlarını çevreliyor. Karanlığını kendine rota belirlemiş karakterlerin yaşama tutunma inadı, yeni bir yol arayışı, bazen gülümseten bazen hüzünlendiren, çoğu zaman durup düşündüren hikâyeleri hepimiz için iyi birer yol arkadaşı olacak nitelikte.
Kendini ararken kaybedenler, adım adım inerken bir düzlüğe karşısında hep aynı yokuşu görenler, senelerce bir kuyunun başını beklerken yaşamın acımasız cümbüşüne kapılıp gidenler Şahmaran’ın, Efrasiyab’ın dizlerine oturup Şehrazat’ın nefesiyle cana geliyor yeniden.
Varoluş sancısının kabuğunu sıyırarak ruhun mahrem yerlerine dokunmak ve içe bakmak isteyenler Yağmurlu Yokuş, Zeki Ben’i okurken yağan yağmura, yokuş çıkmanın zorluğuna aldırmadan gülümseten acının tadını doyasıya çıkarsınlar…
Figen YILDIZ, İstanbul Fatih’te doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Varlık, Masa, Dergâh, Edebiyat Atölyesi, Yük Edebiyat gibi dergiler başta olmak üzere birçok basılı ve dijital mecra ile fanzinlerde öyküleri yayımlandı. Tomris Uyar adına düzenlenen öykü yarışmasında “Yiterken” adlı öyküsüyle finalistlerden biri olmaya hak kazandı. “En Uzun Gün” ve “Dalında Öyküler” adlı seçki kitaplarda da yer alan yazar, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak İstanbul’da yaşamını sürdürmektedir.
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.