“Ormanda her mevsimin bir kazananı olur… Bugün zayıf görünen çiçekler, sözgelimi papatyalar. Mevsimi geldikçe güçlenir. Güçlenince de o kötü kaba borazançiçeklerinin, çarkıfeleklerin gözünün yaşına bakmaz.”
Sus Barbatus! 3’te mevsim dönüyor!
Sus Barbatus!’un üçüncü ve son cildinde umutlu yarınlar için çalışan devrimci gençler pınarları kurumuş A. Dağları’nın eteklerinde örgütlenerek Ş. Mitingi için kente inerler. Kadir Ağa’nın gölgesi ve radyodan çalınan marşlar yeni bir kışın, ülkede Eylül darbesinin habercisidir.
Faulkner, Yaşar Kemal gibi yazarların kaleminde destanlaşan modern romanın çağdaş bir çeşitlemesini sunuyor Faruk Duman. Gerçeküstünün dilini yaratarak siyasal, tarihsel, toplumsal gerçekleri ete kemiğe büründürüyor.
Orhan Kemal Roman Armağanı ve Cevdet Kudret Roman Ödülü’nü alarak geniş bir yankı uyandıran Sus Barbatus! doğanın tahrip edilmediği, ütopyaların diriliğini koruduğu, emeğin ve adaletin saygınlığını yitirmediği, masumiyetin egemen olduğu zamanların romanı.
Barbara Natterson-Horowitz, Kathryn Bowers
Delişmenlik Çağı
Ergenlikten Erişkinliğe İnsanların ve Diğer Hayvanların Destansı Yolculuğu
İnsan hayatının belirleyici dönemlerinden biridir ergenlik, hayatla başa çıkmayı öğrendiğimiz dönemdir bir bakıma. Bu yüzden de zor bir süreçtir; yaşadığımız fiziksel değişime eşlik eden ruhsal çalkantılar nedeniyle hem yetişkinlerle hem de kendi içimizde çatışmalar yaşarız sık sık. Peki, insanlar için bu kadar önemli bir süreç olan ergenlik diğer hayvanlarda nasıl geçer? Onlar da bizimkilere benzer tecrübeler yaşar mı?
“Vücudumuz ister deriyle kaplı olsun ister pullar ya da tüylerle, ister koşarak hareket ediyor olalım ister uçarak, yüzerek veya sürünerek, erişkinliğimizi inşa eden ve biçimlendiren biyoloji hepimizde ortaktır,” diyen Barbara Natterson-Horowitz ve Kathryn Bowers, Delişmenlik Çağı’nda çocuklukla yetişkinlik arasındaki dönemin evrenselliğini inceliyor. İnsana özgü olduğunu düşündüğümüz ergenlik çağı deneyimlerinin hemen hepsinin bütün hayvanlarda gözlemlendiğini ilginç örneklerle açıklayan yazarlar, “bu ortak tecrübelerden aktarılan kadim mirasın, yetişkinliğe geçerken hayatta kalmak ve büyümek için modern bir yol haritası oluşturabileceğine” inanıyor.
Ergenlerde sık gözlenen riskli davranışlardan zorbalık ve kaygıya, ebeveyn-çocuk çatışmasından akran baskısı ve cinsel rızaya pek çok konuyu evrimsel bakış açısıyla açıklayarak bunlara yepyeni bir gözle bakmamızı sağlayan bu kitabı, ergenlik çağındaki insan ve hayvanları daha iyi anlamak isteyen tüm okurlarımıza tavsiye ediyoruz.
Başar Başarır
Dolunay İki Gece Sürer
Geleceğin mühendisi başarılı öğrenci Gamze ile köy enstitüsü mezunu babası emekli öğretmen İhsan Sami Bey… Bu ikili arasında uzanmakta olan fay hattı, Gamze’nin annesi Feriha Hanım’ın vefatından beri hayli aktiftir.
Gamze’nin üniversitede tanıştığı misafir öğrenci Stavros’la muhabbeti ilerletmesiyle baba-kız çatışması iyice şiddetlenir. Zira kabına sığmaz Gamze Yunan sevgilisinin kollarına, Girit’in koylarına kaçacak, böylece İhsan Sami Bey’in neşrettiği gayriresmi milli mücadele tarihinin gölgesindeki bu cesur girişim, kaçınılmaz olarak umutla dehşet arasında gidip gelen heyecan dolu bir maceraya evrilecektir. Çünkü ne İhsan Sami Bey’in pes etmeye niyeti vardır ne de aşkın, tutkuların ve tarihin dip akıntılarının öngörülebilir bir seyri…
Yunus Nadi Roman Ödülü sahibi Başar Başarır imzalı Dolunay İki Gece Sürer, 2000’li yılların hemen başında yaşanan beklenmedik bazı aksaklıkların büyük fırsatlara, hüsranların diri umutlara, zıtlıkların muhabbete, her türlü çılgınlığın da hayırlara vesile olduğu, tabiri caizse “ters köşe”lerle dolu muzip, hınzır, capcanlı bir roman. Akdeniz’in suları gibi sıcak, tılsımlı, sürprizlerle dolu…
Seray Şahiner
Ülker Abla
“Hani diyorlar ya, rüyamda bunun bir rüya olduğunu biliyordum diye… Kâbustayım ama bunun hayatım olduğunu biliyorum.”
Hem benzersiz hem de fazlasıyla tanıdık biri Ülker. Kocasından şiddet görmüş, gidecek yeri olmadığından bu eziyeti yıllarca sineye çekmiş bir kadın.
Derken, bir gece evini terk eder. Yeni bir yaşam alanı ararken can havliyle bir hastaneye sığınır ve orada kalabilmek için kimsesiz insanlara refakatçilik etmeyi iş edinir. “Ağlayanın bir, gülenin bin derdi var,” diyen Ülker, keskin mizah duygusunu savunma sanatı olarak kullanıp hayatta kalmanın yollarını arar.
2012 yılında Hanımların Dikkatine ile Yunus Nadi Öykü Ödülünü, 2018 yılında Kul ile Orhan Kemal Roman Ödülünü kazanan Seray Şahiner, Ülker Abla ile Türkçe edebiyata yeni bir ses, çok güçlü bir kahraman armağan ediyor!
Hakan Günday
Zamir
Yeni bir binyılın arifesinde, Birinci Dünya Barışı Vakfı’nda çalışan Zamir’in görevi ne pahasına olursa olsun savaşları durdurmaktır. Baş döndüren barış senaryoları, komplolar ve mücadeleler içinde Zamir şu soruya yanıt arar: İnsan nasıl barışır?
“Demek ki bu evrende her şey bir şarapnel. Ve genişlemekte olan, aslında bir şarapnel bulutu. Demek ki Samanyolu ve içindeki güneş ve etrafındaki dünya ve üzerindeki insan ve aklındaki her şey bir şarapnel. Düşüncesi, inancı, duygusu, icadı, hepsi. Demek ki insan insana saplanmak için var… Zaten öyle olmasaydı bu kitap olmazdı.”
Gpalle Yourgrau
Simone Weil
Siyasal eylemci ve bir mistik olan efsanevi Fransız filozof Simone Weil, 1943’te henüz 34 yaşındayken İngiltere’nin Kent adlı şehrinde bir sanatoryumda yaşamını yitirdi. Kısa yaşamı boyunca Weil, bir yandan öğretmenlik kariyerini sürdürüp siyasette etkin rol oynarken öte yandan da çilecilik ve içedönük münzeviliğiyle tam anlamıyla çözümsüz bir çelişki yumağı halini aldı. Bu kitapta Palle Yourgrau, Weil’in etkileyici yaşamını ve çalışmalarını ana hatlarıyla belirtmekte, onun felsefeyi günlük yaşama nasıl tatbik etmeye uğraştığını bizlere göstermektedir. Paris’te seçkin bir Yahudi-Fransız ailede dünyaya gelen Weil, felsefede uzmanlaştı ve diğerkâm siyasi vicdanı hasebiyle işçi sınıfı yararına siyasete ve aktivizme yöneldi. Yourgrau, Weil’in tartışmalı Yahudilik eleştirisini incelerken aynı zamanda 1937’de yaşadığı güçlü dini deneyimin ardından geliştirdiği, Platon’un insanlığın acı çekişi ile ilahi kusursuzluğu arasında köprü görevi gören felsefesi ışığında, Hristiyanlığın tahayyülünü yeniden -radikal olarak- değerlendirmektedir. Yourgrau, Weil’in çalışmalarının dikkatli ve özlü bir irdelemesini bizlere sunarken, onun aynı anda -nasıl olup da- hem modern bir aziz hem de en ihtiyaç duyulan zamanda kendi halkını terk etmekle suçlanan bir Yahudi olarak değerlendirildiğini ve nasıl nefret edilen edilen bir figüre dönüştüğünü keşfe çıkmaktadır.
Pascal Mercier
Sözlerin Ağırlığı
“Kendimi Livia’ya hiç sakınmadan açabilirdim, çünkü böyle yaparak onu rahatsız edeceğimden, hatta şaşkına çevireceğimden korkmam gerekmiyordu. Yine de bu iş, duygusuz ve suskun bir duvarla ya da hiç tanımadığım ve neler hissedeceğine aldırmadığım biriyle konuşmaktan çok daha farklıydı. Beni dinleyen kişi Livia olmalıydı. Benim sözlerim onun ruhuna erişmeli ve orada beni anlamasını sağlamalıydı.”
Amcasının evinde gördüğü bir haritadan esinle Akdeniz’de konuşulan tüm dilleri öğrenme tutkusuna kapılan ve sonrasında usta bir çevirmen olan Simon Leyland, ailesinden kendisine bir yayınevi miras kalan eşiyle birlikte edebiyatın önemli şehirlerinden Trieste’ye yerleşmiştir. Eşinin ölümünden sonra yönettiği yayınevi, büyüyen iki çocuğu, çevirileri ve dostlarıyla sürdürdüğü sakin yaşantısı, geçirdiği sağlık krizi sonrasında alt üst olacaktır. Aynı dönemde hayatını kaybeden amcasının Londra’daki evi de kendisine miras kalınca, iki farklı şehirde adeta iki farklı hayat arasında bocalayan Leyland için eski yaşantısıyla yenisinin birbirine karıştığı çok özel bir dönem başlayacaktır.
Ünlü romanı Lizbon’a Gece Treni’nden yıllar sonra Pascal Mercier bu kez yine bir yanılgıyla hayatı değişen bir dil tutkununun peşine takıyor okurunu, Sözlerin Ağırlığı’nda.
Kum Saatinde Kumkapı
Jaklin Çelik
Jaklin Çelik, Kum Saatinde Kumkapı’da, bizleri İstanbul’un tarihî semti Kumkapı’nın insanlarına, evlerine, sokaklarına, geçmişine dair duygu dolu ve capcanlı bir yolculuğa çıkarıyor.
Tanrı’nın Karısı
Amanda Michalopoulou
Tanrı’nın Karısı, tanrısallıkla dünyevilik arasında bir aşk hikâyesini konu ediniyor. Amanda Michalopoulou bu romanıyla okura güç, hükmetme, gerçeklik ve inanç konularına dair çarpıcı bir edebi manifesto sunuyor. İsimsiz bir kadın anlatıcı tarafından yazılan metin, inancın doğası üzerine felsefi bir inceleme olmasının yanı sıra kurgunun ve yaratıcılığın sınırlarını zorlayan özgün bir deneme. Fazlalıktan arındırılmış cümleleri ve kışkırtıcı konusuyla modern dünya edebiyatının ustaca yazılmış parlak bir örneği.
Arkadaşlarım hayatımda neler olduğunu soruyorlardı. Umursamaz bir şekilde omuzlarımı sallayıp “Ben evliyim, ama size kocamın kim olduğunu söyleyemem. Çok ünlü biri ve özel hayatının gizli kalmasından hoşlanıyor,” diyordum. Akıllarına gelen oyuncuları ve futbolcuları sayıyorlardı. Taşraya özgü konuşmalarını küçümsüyordum. İşte Tanrı’nın karısı bu kadar gururluydu.
Sadık Yalsızuçanlar
Ters Lale
Selimiye’ye gidiyorum.
Caminin kubbesinde, duvarlarında, büyük mimarın sesi çınlıyor:
“Ters lale istedim ki herkesin dikkatini çeksin, Selimiye için nazarlık olsun, buraya gelenlerin keskin nazarlarını üzerine çeksin. Öyle meşhur olsun ki bu muhteşem eseri bile gölgede bıraksın. Selimiye Camisi’ni görmeye gelen, ilk önce ona koşsun. Koşmakla kalmayıp ona dokunsun. Zaman içinde o dokunmalar sebebiyle mermere kazınmış ters lale silinecek hale gelsin. Kaybolmaması için muhafaza altına alsınlar. Koca cami, parmak büyüklüğündeki bir ters lalenin gölgesi, şöhreti altında kalsın.Böylelikle benim âcizliğim, Allah’ın garip bir kulu olduğum meydana çıksın. Aynı zamanda ters lale, O’nun emirlerinin, doksan dokuz isminin ima ettiği anlamın dışına çıkıldığı ölçüde dünyanın yaşanılmaz hale geleceğine ve tersliğin, nefsin tabiatına uygun olduğu için çok ilgi göreceğine işaret etsin…”
Eda İşler
Görünür Bir Yerde
Eda İşler, öykülerinde, yemek masalarında ekmek kırıntıları gibi biriken sessizliklerden, hiçbir renge bürünmeden gelip geçen günlerden, mecburi mesailerde ufalanan saatlerden, kalabalıkların bir kenarında derinden derine büyüyen öfkelerden, bir başkasına aitmişçesine yabancılanan çocukluk resimlerinden kalan tortulara dokunuyor. Kayıp bir kolun ağrılı boşluğundan, ömrün her anını kırılganlıkla işaretleyen bir kamburun ağırlığından ya da dile gelmeyen korkulu arzulardan damıtılmış anların toplamı, kılı kırk yararak dokunmuş öykülere dönüşüyor.
“Sırtımda kemiklerimi donduran soğuğu örten bir yelek; renginden, cümbüşünden iyice karardığım, görünmezlere karıştığım yedi Mehmet’in yeleği. Ellerim, kollarım, etimin göründüğü her yerim mıncıklanmaktan, patpatlanmaktan mosmor. Annem her sabah giydiriyor, gece olunca çıkarıp başucuma koyuyor. Gün doğar doğmaz tenime yedi ayrı insan, yedi farklı renk yapışıyor, akşam olup yelekten soyununca da benden başka kimsenin görmediği bir ben, benden dışarı sızıyor.”
Uygunuşluk
İsahag Uygar Eskiciyan
bile masada su olmasa sen olsan ben olsam
soda şişesi tütse alman birasında buzlansak
bile alnımızdan sivilce yaralarını evlat edinsek
huzur evlerinde gebersek
bile samimiyetime inanmasak
ikimiz inanmasak eski kitaplarımıza değsek
bile tırnaklarımıza adam gibi davransak
medeniyet törpüsünde yuvarlansak
bile şifonyerin adını kıskansak böyle kırsak kırsak kırsak
bunu en az üç defa daha söylesek
Riske Övgü
Anne Dufourmantelle
“Hayat biz canlıların pervasızca aldığı bir risktir.”
Fransız filozof ve psikanalist Anne Dufourmantelle’in bu usta işi eseri, tedbir ve güvenliğin temel değer kabul edildiği modern dünyada risk almaya bir övgü. Dufourmantelle özenle ördüğü metninde felsefi düşünceyle bir psikanalist olarak biriktirdiği zengin vaka örneklerini harmanlayarak son derece özgün ve eleştirel bir dünya kuruyor. Bağımlılık, dil, unutuş, aileyi terk etme, yalnızlık, kayıp, kaygı ve itaatsizlik gibi hayatımızın önemli bahislerine bakışımızı sarsacak sorular yöneltiyor. Yazara göre risk dışımızdaki bir tehditten ziyade hayatın içinde bilinmedik bir alan açan, tutumlarımızı, varoluş tarzımızı belirleyen bir dönüşüm ânı, şimdide olma imkânı.
Artırılmış güvenlik önlemleri, sınır duvarları, tetiklenen kötü hatıralar ve sonu gelmez davalarla kendini gösteren bir çağda Dufourmantelle, “Yaşamı riske atmak, yani sahiden yaşamanın riskini almak ne demektir?” sorusunun peşinden gitmeyi öneriyor.
Mustafa Çevikdoğan
Geçecek Zaman
Mektupçuyum ben. Yaşayan ve yaşayacak olan herkese, bugüne ve gelecek zamanlara mektuplar gönderiyorum. Mektuplarımın kimlere ulaşacağını, hangi bulmacanın hangi zamanda, nerede çözüleceğini bilmiyorum. Ama birilerinin bu zarfları açmayı akıl edeceğini ve hitabını üstüne alacağını biliyorum.
Orada olduğunu biliyorum.
Mustafa Çevikdoğan, Geçecek Zaman’da huzursuz dünyalar kuruyor okurun gözü önünde: şifreli bulmacalar, bir ormanın derinliklerinde kurulmuş gizli ve tahrip gücü yüksek bir yazarlar köyü, komşu daireye dadanmış bir orman cini. Bildiğimiz dünyaya daha çok benzeyen öykülerde bile –taşrada aşk acısı çeken bir akademisyen, sahaftan alınan bir kitaba düşülmüş bir not− bu huzursuzluğun “içevurum”unu izlemek mümkün. Çevikdoğan’ın kahramanları, geçeceğini bilseler de tutsağı oldukları bu zamanın içinde nasıl var olmaları gerektiğini bulmaya çalışıyor.
Bazı edebî tatların unutulmaya yüz tuttuğunu düşünüp üzülenler için Geçecek Zaman renkli müjdeler barındırıyor.
Suzan Bilgen Özgün
Maviydi Beklenen
“Evet, itiraf ediyorum, bazen ana kuzusu olabiliyorum. Her zaman olmasa da hayallerimi dinleyen bir o var. Oysa insanlar düşlerimizi değil, yapacaklarımızı merak ederler. Somut, bilindik, yaygın, bu nedenle de saygın olan yapacaklarımızı: Mezun olmak, işe girmek, evlenmek, çoluk çocuğa karışmak ve benzeri ve benzeri ve benzeri…”
Bir havuzun derinliğinde koyulaşan kaygılar, kurguyla gerçek arasına kurulan salıncaklar, bir çiçek sepetine gizlenmiş düş kırıklıkları, güverteden savrulan umutlar, çekmeceye sıkışmış gelecekler, yüzleri gizleyen maskeler…
2012 Orhan Kemal öykü Ödülü sahibi Suzan Bilgen Özgün, Maviydi Beklenen’de geçmişle hesaplaşanların, derinlerde boğulurken gökyüzü umuduyla yüzeye çıkmaya çalışanların ve her şeye rağmen maviye inancını yitirmeyenlerin öykülerini dingin bir ustalıkla, usul usul anlatıyor.
Öykü kalbinin sesini duyabilenler için…
Beşerbazın Mârifeti
Aylin Çiçekçi
Kadim bir zanaatın akıl dışı hikâyesi!
Zamansız karakterlerini esrarlı bir ahenkle buluşturan Beşerbazın Mârifeti, okurlarını yeryüzünden gökyüzüne, geçmişten geleceğe, Beyoğlu’ndan Kazablanka’ya, Sultan Abdülaziz’den Jean D’arc’a uzanan sicim kalınlığında iplerde, nefes kesen bir Sanat-ı Beşeriye icrasına davet ediyor.
On sekizinci doğum gününde, annesine hitaben yazılmış gizemli bir mektup bulan 2018 doğumlu Atlas, mektuptaki izlerin peşinden Fas’a giderek 1853 doğumlu Tarlabaşılı Barba Hulki’nin kılavuzluğunda akıl dışı bir göreve soyunur. Hiç tanımadığı annesi Betül’e hitaben yazılmış, “Van Gogh’un evini sarıya boyayan boyacı Frederic Beauchamp” imzalı bir mektuptur bu. Ona verilen görevin ardındaki sırrı ancak otuz ikinci doğum gününde eline geçen bir başka mektupla öğrenecektir.
Jim Carrey ve Dana Vachon
Anılar ve Yanılsamalar
The Truman Show, Maske, Eternal Sunshine of the Spotless Mind, Salak ile Avanak gibi unutulmaz filmlerin usta oyuncusu Jim Carrey, bu defa Dana Vachon’la birlikte kaleme aldığı romanı Anılar ve Yanılsamalarile hayranlarının karşısına çıkıyor!
Carrey’nin hayatından ve kariyerinden gerçekleri kullanarak kurgusal bir çöküş ve yeniden doğuş hikâyesini anlatan Anılar ve Yanılsamalar, Epsilon logosu ve Aslı Perker’in çevirisiyle Türkiye’deki okurlara ulaşıyor.
Hollywood yıldızı Jim Carrey’yi kurgusal bir karaktere dönüştürüp ona sürrealist bir gerçeklik kazandıran bu sıradışı, yarı otobiyografik roman başarılı, sevilen ve çok popüler oyuncuyu bambaşka bir ışık altında gösteriyor.
Muteber Günler
Mehtap Gül
Muteber Günler ilk öykü kitabı olmasına rağmen usta bir öykücünün elinden çıkmış gibi etkiliyor bizi. Dili oturmuş, konusuna hakîm, neyi ne kadar anlatacağını bilen bir öykücü olarak karşımıza çıkıyor Mehtap Gül. Kitap üç bölüme ayrılmış. Dallar’da gerçekçi anlatımla insanın sınırlarına, acılarına, gizlediklerine odaklanırken karakterlerin kırılma noktalarına şahitlik ediyoruz. Bu kırılma bazen kleptomaniye, bazen kaçış evliliğine, bazen de alzheimer olan anneyi öldürmeye kadar varıyor. Yerel dilin imkânlarıyla öyküler kurduğu Kökler’de büyülü gerçekçi anlatım dikkat çekerken burada geleneksel izlerle geçmişin birikiminden yeni bir gelecek inşa ediliyor. Gölgeler’de ise gerçeküstü anlatımla insanın beklentilerine, yenilgilerine, hayallerine odaklanıyor yazar. Muteber Günler, ismiyle tezat öyküleri barındırıyor içinde.
Hulusi Üstün
Göğerçin
Hulusi Üstün’ün son kitabı Göğerçin, bir pandemi romanı olduğu kadar bir Osmanlı anlatısı aynı zamanda. Sahne 19. Yüzyıl İstanbul’u, başrolde dünyayı kasıp kavuran veba salgını ve zamanın masalsı insanları.
Üstün; bir kumaş tüccarı, âşık bir Kör Hafız ve maşuk Göğerçin’in birbirine geçmiş iki aşk hikâyesini ustalıkla kaleme aldığı romanda, okuru hem Osmanlı’nın sokaklarından geçiriyor hem de aşkın iki farklı çehresiyle yüzleştiriyor. Göğerçin’de veba bir marazdan öte, maraz insanın içinde.
“Ah Göğerçin’im… Hasretin bu şehri ele geçiren taun misali benim ten kafesimi ele geçirdi. Bilir misin, gece şehrin üzerine çökünce ben nasıl bir karanlığın içine düşerim… İki gözü kör bir kuş gibi kalırım siyahlığın içinde.”
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.