Onları unutamayız. Daima şiir sanatına onların penceresinden bakarız. Dinlediğimiz ilk şiir, şiiri anlamamız için, ondan zevk almamız için ne denli öneme sahiptir; ileriki yıllarda bakış açımız şekillenince anlarız.
Unutamadıklarımız veya unutmanın yıkıcılığına karşı sakladıklarımız… Unutmadıklarımız, unutamadıklarımız ve unutmaya çalışmadıklarımız…Onlar hayat boyu ayrıcalıklı ve muhkem yerlerinde, saklanırlar. Çünkü saklanmaları gerektir. Onlar ilktir, onlar attığımız ilk adımdır. Onlar bir hatırayı, tecrübeyi barındırırlar. Ey unutkanlık! Emzirme beni, ey unutkanlık, uzak dur benden.
Attila İlhan benim vazgeçilmezim, şiir denilince aklıma ve gönlüme dolan şairdir. Bir olayla ilgili bir mısra mı söyleyeceğim, dilime derhal Attila İlhan gelir. Ben şiir denilince, ilkim olduğu için belki de, onu düşünür başka şairleri onun şiirleri bağlamında değerlendiririm. Çok özel bir yeri olduğunu onu kendi şairim ilan ettiğim anda anladım. Herkesin bir şairi vardır, herkes bir şairi bazen ideolojisi, bazen de bazı özel durumları dolayımında sever; fakat ben Attila İlhan’ ı ne ideolojisi ne de akla gelebilecek başka bir özelliğinden dolayı sevdim. O benim zihnimde kurguladığım bir roman kahramanıydı. Onu hep canlandırdım Fena Halde Leman romanını okuduktan sonra.
Attila İlhan’ ın adını edebiyata merak saldığım lise üçüncü sınıfta duymaya başlamıştım. Ama sadece duyuyordum. Genelde ideolojisiyle duyulurdu gençler arasında. Şiiriyle tanışmam ise bundan iki sene sonra oldu. Yakın arkadaşım Akif, edebiyat bölümünü kazanmıştı. Akif dolup da boşalmaya çalışan ve arkadaşlarını bu boşalım anında en önemli unsur saydığı, edebiyatın sanat boyutuyla daha çok ilgilenen bir arkadaşımdı. Rahmetli Mehmet Kaplan’ ın Şiir Tahlilleri 2 kitabını okutuyorlarmış. Akif de Attila İlhan’ ı ilk kez orada, Sisler Bulvarı şiiriyle tanımış. Benim de Attila İlhan’ la tanışmama vesile olduğu gece, iyi hatırlarım, balkondaki mindere yaslanmış, gözümü bir yere dikmiş onun edebiyat ve gelecekle ilgili fikirlerini dinliyordum.
Yaz mevsimiydi. Akif tatile gelmişti. Gece on ikiyi çoktan geçmişti. Biz balkonda oturuyorduk. Hava çok sıcaktı, bunaltıcıydı. Ve Akif o gece benim serinlememe, kendimi bulmama vesile olan Attila İlhan şiirini okudu. Adını sıkça duyduğum şairi ilk kez şiirleriyle tanıyacaktım. Sevindiriciydi. Sisler Bulvarı’ nı okumaya başladı. O an esir olmuştum, Attila İlhan’ ı hissetmeye, zihnimde onu ve şiirinin kurgusunu canlandırmaya başladım. Şiir damarlarımdaydı. Neredeyse yok oluyordum, sonradan bu durumu yorumlarken fenafi’l Attila İlhan teşhisini koydum. Hayatımda bu denli vurucu bir şiir işitmemiştim. Tamamen şiirin ufkuna girmiş, bir bilinmezin içinde şairi anlamaya çalışıyordum. Adeta şiiri yaşıyordum:
Elinin arkasında güneş duruyordu
Aylardan kasımdı üşüyorduk
Ağacın biri bulvarda ölüyordu
Şehrin camları kaygısız gülüyordu
Her köşe başında öpüşüyorduk.
Sanki şiirin içindeyim. Sanki gittikçe koyu ve yoğun bir melankoli yaşıyorum. Bendim öpüşen, sevgilisiyle şehirde dolaşan masal kahramanı. Hayal ediyordum elin arkasındaki güneşi… Kasım ayında güneşin ne işi var? Yani güneş bütün kuşatıcılığıyla güneş olduğunu bize sezdirebilir mi kasımda? Hayal ufkunda dolaşırken ağaçlar, pencereler ve daha bir sürü cansız varlık can buluyor.
Şiirde değişik bir kimya var. Kişisel hayatıma dönük izler taşıyor, beni keşfediyor, beni yeniden tanımlıyor. Şiirin karanlık, çetrefil, uzun yolculuğu ilk kez bu bulvarda tadıyorum. Demek ki şiir buydu, demek ki şiir denilen şey bizim bildiğimiz kahramanlık şiirleri değildi. Demek ki şiirin içinde aşk, hatta en ulvisiyle, en sıkıntılısıyla yer alabiliyordu. Okul şiirlerini dinlerken duyduğum “Süleymancıktan” ibaret değil şiir. Bu keşif aynı zamanda çok sorgulayıcı, yorucu bir başlangıç oldu. Çünkü “Şiir nedir?” sorusu üzerinde düşünmeye başladım. Yazdıklarımın şiir olmadığını, sadece kafiye oyunları yapmaya çalıştığımı anladım.
Şiir fotoğraf kareleri gibi, yaşanılan veya yaşanması mümkün olan bir ortamda belirdi. O anda sanki etrafta bir sis bulutu vardı. Göremiyordum hiçbir yeri. Etraf griydi. Bu ortam içinde yaşanılan her şey sanki önemli, sanki tek ve değişmezdi. Bir el canlandı sonra ve o el grilikte güneşi arkasına aldı. Yazın dinlemiştim, ama üşüyordum. İlk kez sonbahar ve kış mevsimlerinin daha güzel olduğunu anladım. Sonbahar, aşkların soylu yaşandığı mevsim. Bu yönüyle sonbahar genç muhayyilemde daima yer edinecekti. Gözümde ve gönlümde birçok imge canlanıyordu. Bugüne kadar ne kadar sığ algılamışım hayatı, yaşananları; ne kadar ürkütücüymüş meğer hayat denilen girdap. Son mısra ise o güne kadar ufak tecrübelerle tattığım, fakat hep korkarak yaşadığım bir tadı sonuna kadar yaşattı bana: “her köşe başında öpüşüyorduk.” O anda dudağımda bir kadın dudağı hissettim, Attila İlhan şiiriyle kuşatıyordu beni. Ve derhal aşık olmak, Sisler Bulvarının ilk kıtasını yaşamak istedim.
Sonrası ise şiiri ve zihnimdeki kurguyu geliştiren nitelikte idi. Giderek olmayan birine, hiç yaşamadığım bir kurguyla aşık olmuş, bir aşık gibi onu aramak üzere yola çıkmıştım. Artık Akif yoktu ortalıkta, şiir okunuyordu; sadece okunuyordu. O anda kimin okuduğu önemli değildi.
Sisler bulvarına akşam çökmüştü
Omuzlarımıza çoktan çökmüştü
Kesik birer kol gibi yalnızdık
Dağlarda ateşler yanmıyordu
Deniz fenerleri sönmüştü
Birbirimizin gözlerini arıyorduk
Hayatımda bu denli yalnız olduğumu ilk kez hatırlıyorum. O ne vurucu bir dizeydi öyle: “kesik birer kol gibi yalnızdık.” Bir kol nasıl olur da yalnızlık hissederdi? Soyutlamanın böyle bir şey olduğunu anlıyordum. Sisler bulvarında yaşanılan yalnızlık yaşanabilecek en derin, en karmaşık yalnızlık olsa gerek; hatta kesik bir kol gibi. Bir anda bir dağ, sönen ateşler sinemasal bir görüntüyle canlandı. Bu sırada bir deniz ve fener. Bir yerden bir yere savruluyordum. Bir bulvarda değil miydik? Şimdi neredeyiz? Ne oldu? Sorular ardı ardına geliyor ve olmayan birini arıyordum. Onun gözlerini görmek ister gibiydim. İyi de o kimdi? Sis içinde onun gözlerini görmek, bir deniz kenarında ona sarılmak, yanan ve sönen ateşlere, fenerlere bakmak……Uzadıkça uzuyordu. Kayboluyordum.
Arkadaşım neredeydi bu arada? Yoktu, onu hatırlamıyorum bu bendden sonra. Ben sadece şiiri yaşayan, şiirdeki soylu kişi olmuştum. Aşk soyluluk değil miydi? Aşk sonsuzca sevmek, ne pahasına olursa olsun bağlanmak değil miydi?
Sisler bulvarında seni kaybettim
Sokak lambaları öksürüyordu
Yukarıda bulutlar yürüyordu
Terkedilmiş bir çocuk gibiydim
Dokunsanız ağlayacaktım
Yenikapı’ da bir tren vardı
Daha yeni bulduğum sevgilim gidiyordu elimden. Uzun şiir maratonundan sonra bulduğum sevgili sisler bulvarında benim bir kaçak olduğumu fark etmişti. Gidiyordu ellerimden. Sadece o değil, onunla birlikte şiir de gidiyordu. Yaşanıyordu her şey şiirde, dilin sanatsal işlevi buydu sanırım. Birden sislerin bulunduğu bulvarda sokak lambalarını gördüm. Işıkları kısıktı fark edilemeyecek kadar. Lambalar Kütahya’ da Germiyan Sokağı’ nda gördüklerim kadar eskiydi. Yılların tecrübesiyle yorulmuştu. Öksürmesi de bundandı sanırım. Lambalar da bana, sevgilime, sevgilimin gidişine şahit olmuştu. Ve bunun için mi, bilmem öksürmesi. Bir anda bulutlar dikkatimi çekmişti. Her şey yerli yerine oturuyordu. Bulut, sokak, lamba vs. Bulutlar nereden çıkmış, neden çıkmıştı? Kasvet mi vermek istiyordu bize, bana. Yoksa bunca hüzne rağmen yağmur mu bırakmayı düşünüyorlardı? Kesik birer kol düşüncesi artık yerine oturmuştu. Çünkü artık yalnızdım, terkedilmiş, annesini arayan bir çocuk gibi. O kadar hüzünlü… Kimsem yoktu. O bulvarda derinlemesine yalnızlık çekiyordum. Ağlamak üzereydim, belki ağlasam bu kadar yorulmazdım, belki ağlasam o gelirdi. Allah’ ım bu, niye bu kadar acı veriyor bana!
Sisler bulvarında öleceğim
Sol kasığımdan vuracaklar
Bulvar durağında düşeceğim
Gözlüklerim kırılacaklar
Sen rüyasını göreceksin
Çığlık çığlığa uyanacaksın
Sabah kapını çalacaklar
Elinden tutup getirecekler
Beni görünce taş kesileceksin
Ağlamayacaksın ağlamayacaksın
Sisler bulvarı gitgide yalnızlaşıyordu. Tek başınaydı zaten. Şimdi de aslına dönüyor, bensiz kalıyordu. Bir ölüm bu denli acı olabilir mi, bu denli hissedilir mi? Ve ilk kez belki de öldüğümü gördüm, ölmüştüm, ama yaşıyordum. Öldüğümü görüyordum. Niçin vurmuşlardı beni bilmiyorum. Bir kendimi bir onu düşünüyordum. “Sol kasığımdan vuracaklar”, mısrası bana daima türküleri hatırlattı: “Sol yanımdan vurdular beni.” Bazen de şairin kimliğinden dolayı ideolojik çağrışımlarda bulunuyordu. Fakat değildi. Vurulan ben olmuştum, düşmüştüm. Arkamdan kim geliyordu, polisler mi, yoksa başkaları mı? Farkında değildim, şiir beni öylesine sarmıştı ki, başka şeyler önemli değildi. Bulvar durağı şu bizim okula binerken, belediye otobüslerini beklediğimiz eski duraklardandı. Hayatımda o ana kadar hiç takmadığım gözlüklerim kırılmış, bir başkasının, az önceki mısralarda kaybettiğim sevgilimin rüyasına girmiştim bu halimle. Ne kötü, o beni bu halde görmemeliydi. Çünkü hayallerimiz daha güzel günler içindi. Bu anda o gözlerimde canlandı ve uyandığını gördüm. Bağıra çağıra, korka korka, bensiz, yalnız uyanıyordu. Sabaha kadar uykusuz, yalnız bekliyordu. Beni o an sisler bulvarındaki halimle düşündü. Bunu anlayabiliyordum. Daha dün sisler bulvarında birlikteydik, daha dün orada yürüyorduk. Sabah seni almaya geldiler. Anlıyordum bu kişiler beni tutuklayanlardı. Geldiğinde, beni gördüğünde, beni yaşadığında…. O an….
Bir anda sisler bulvarına tekrar döndüm. Bütün doğa olaylarını yaşıyor, ıslanıyordum. Kurtulmuştum.
Sisler bulvarından geçtim sırılsıklamdı
Islak kaldırımlar parlıyordu
Durup dururken gözlerim dalıyordu
Bir bardak şarapta kayboluyordum
Gece bekçilerine saati soruyordum
Evime gitmekten korkuyordum
Sisler boğazıma sarılmışlardı
Yağmur kaldırımları da ıslatmış, kaldırımlar o sırada sislerin de dağılmasıyla parlamaya başlamıştı. Yağmur minik minik yağıyordu. Yağan yağmurla birlikte şiiri kutsamaya başlamıştım. Şiir, beni gerçekle gerçek olmayanın tam ortasına bırakmalıydı. Şiir beni uzaklara, hiç yaşamadığım zamanlara götürmeliydi. O anda daldım. Aklımdan çıkmıyordun. Şarabın tadını sadece babamlar içki içerken tatmış, ne denli acı olduğunu anlamıştım. Fakat daha sonrası yoktu. Şiir şarabın tadını dilimde duymama sebep oldu.
Gece bekçileri artık yok, fakat sokaklarımı, bilhassa sisler bulvarını korumakla görevli gece bekçilerinden korkarak saati sordum. Söylediler, ama bakışları farklıydı. Korkuyordum. evime gitsem mi düşünüyordum. Eve gitsem derbest edilir miydim? Sisler o anda boğucu, korkutucu hal aldı.
Kaçmak istiyordum. Bilmediğim memleketlere gitmek…Senden ve yaşadıklarımdan kaçmak, tıpkı Tevfik Fikret gibi, şair gibi. Ben de mi şair oluyordum?
Bir gemi beni afrikaya götürecek
İsmi bilmiyorum ne olacak
Kazablanka’ da bir gün kalacağım
Sisler bulvarını hatırlayacağım
Kırmızı melek şarkısından bir satır
Lodostan bir satır yağmurdan iki
Senin kirpiklerinden bir satır
Simsiyah bir satır hatırlayacağım
Seni hatırlatanın çenesini kıracağım
Limanda vapurlar uğuldayacak
Afrika neresi, siyah insanların olduğu memleket. Hiç gitmediğim Afrika neden bu kadar cazip, kaçılası bir yer oldu. Yeter ki gideyim. Bindiğim gemi bir kaçak gemisi, ismi falan önemli değil. Kazablanka neresi? Söyle neresi? O anda İstanbul’ u dinlemek geliyor içimden. İstanbul nere, Kazablanka nere? Bunu bile bilmiyorum. Bunca bilinmezin içinde, seni ve sisler bulvarını anımsadım: Tutsak ettiniz beni. Aşkım ve fikirlerim…Bir sürü şarkı, sanırım Fransızca. Öyle zannediyorum. Garip, anlamadığım bir sürü terane. Anlamak istemiyorum zaten. Senin hatıran bütün bedenimi sarmış, düşüncemi alt üst etmiş durumda. Aklımdaki bunca söz, hep senin çağrışımlarınla dolu. Bunun için, hep bunun için aklıma ve gönlüme seni getirenin çenesini kırmalıyım.
Sisler bulvarı bir gece haykırmıştı
Ağaçlar yatıyordu yoksuldu
Bütün yaprakları sararmıştı
Bütün bir sonbahar ağlamıştı
Ağlayan sanki istanbuldu
Öl desen belki ölecektim
İçimde biber gibi bir kahır
Bütün şiirlerimi yakacaktım
Yalnızlık bana dokunuyordu
Sisler bulvarı yine bir sinema karesinin içinden canlanıyordu bütün öğeleriyle. Daha dün bize tanık olan ağaçlar geçen günlerin verdiği yoksulluk ve yoksunlukla yoksullaşmışlardı. Yaprakları Sisler Bulvarı’ nın bana öğrettiği mevsimin rengini almıştı. Sarı yapraklar onları bütün yaşadıklarından soyundurmuştu. Sonbahar bile buna ağlamış, sisler bulvarına acımıştı. Ne acı, değil mi?
İstanbul kişileşti. Bir taşına bütün acem diyarını feda etmeyi düşünen şair gibi, İstanbul değerlendi. Belki İstanbul’ u artık bunun için sevmeliyim. İçimde bir içli şarkının verdiği hüznü hissediyorum. Yazdığım, yazacağım bütün şiirler boşuna. Sadece bu anı anlatan mısralar anlamlı. Sadece bu an anlamlı. Sadece İstanbul ve sen ve sisler bulvarı anlamlı. Belki de bunların hiçbiri anlamlı değil.
Eğer sisler bulvarı olmasa
Eğer bu şehirde bu bulvar olmasa
Sabah ezanında yağmur yağmasa
Şüphesiz bir delilik yapardım
Hiç kimse beni anlayamazdı
On beş sene hüküm giyerdim
Dördüncü yılında kaçardım
Belki kaçarken vurulardı.
İyi ki bu şiir var, iyi ki sen varsın, iyi ki İstanbul var ve iyi ki sisler bulvarı var…Şimdi anlıyorum ne denli içimde yer ettiğini bir şeylerin, ne denli vurgun olduğumu bunlara. Bu şehirde, bu şiir şehrinde bu bulvar –Sisler Bulvarı- olmasa inan bir delilik yapar, hapishaneye girerdim. Ya şimdi , şimdi neredeyim, şimdi şiir hapishanesindeyim. Sabah duyulan ezan sesi, insanları sadece namaza davet etmiyor. Beni dizginliyor, ferahlık katıyor bana, seni daha sağlıklı düşünüyorum. Ve inanıyorum ki bütün bunlar bana tekrar derbest edilmemin yolunu açacak. Sen olmasaydı hayali sevgili, sen olmasaydın.
Sisler bulvarından geçmediğim gün
Sisler bulvarı öksüz ben öksüzüm
Yağmurun altından yalnızım
Ağzım elim yüzüm ıslanıyor
Tren düdükleri iç içe giriyorlar
Aklımı fikrimi çeliyorlar
Aksarayda ışıklar yanıyor
Sisler bulvarı ayaklanıyor
Artık kalbimi susturamıyorum.
Sisler bulvarıyla bütünleştim. Sisler bulvarından geçmediğim gün dünyada kendimi eksik hissediyorum. Dolu olmayan insanlar nasıl yarım, nasıl hissiz olursa, işte öyle. Sisler bulvarını yaşamadığım anı kaybedilmiş bir an olarak varsayıyorum. Bu raddeden sonra sisler bulvarı artık eskisi gibi değil. O da öksüz ben olmayınca. O da yalnız sen olmayınca. Ve ikimiz olmayınca. Yağan yağmurun altında yalnızlık yaşayan bir insan olarak ıslanıyorum. İliklerime kadar ıslanıyorum. Sana verdiğim ceketi kabul etmiyorsun. Bizi tamamlayan bir ses, tren sesi olmalı. Bu sesi hep duydum. Bu ses hep yeni çağrışımlarla beni çocukluğuma yönlendirdi. Hep uzaklarda tam bilmediğim Aksaray’ ı hatırladım. Aksaray’la hep seni hatırladım. Aksaray hiç bilmesem de sen oldu. Ve biz olmayınca sisler bulvarı da olmazdı, sisler bulvarı o zaman yalnızlığa alışmak zorundaydı. Ah sisler bulvarı, ah benim ilk şiirim…
Kalbimi ufalanmak üzere sana verdiğim zaman onun haykırışını duymalıydın. Sisler bulvarının haykırışıydı o çünkü. İkimizin tek barınağı olan sisler bulvarının. Yoksa fenafillah bu muydu?
Şiir bitti. Ben de bittim. Fikrim dağıldı, yoksullaştım. Belki de varsıl olmanın yolunu bultum. Ortada ne şiiri okuyan vardı ne de şiiri yazan. Artık şiir benim olmuştu. Keşfetmiştim şiir denilen hazineyi. Bu mecradan yol alacaktım şiire.