Serkan Türk: Yazdıklarınıza bütünlüklü baktığımızda ilk göze çarpan meseleler toplumdaki kültürel yozlaşma, çarpık kentleşme, doğa katliamı ve denetimsiz sanayileşmeye kadar önemli dünya sorunlarını toplumun küçük bir kesimi ile ele alarak dile getirmiş olmanız. Farklı ülkelerde, dillerde de sizinle benzer meseleleri konu etmiş yazarları ne ölçüde takip ediyorsunuz?
Latife Tekin: Evet, artık mutlak bir yerli edebiyattan ziyade, onu etkileyen, yön veren, değiştiren bir dünya edebiyatının penceresinden bakmak gerekiyor yazarlara, yazılanlara. İlk işçi romanı sayılan Çulluk’un yazarı Mahmut Yesari’ye o kitabı yazdıran bir etkilenmeden söz edebilmek için Türkçeye değil, büyük ihtimalle Fransızca’ya, orada da Germinal’in yazarı Emile Zola’ya bağlanmak gerekiyor. Hiçbir bağ yok oysa; ama roman kahramanları neden değişmiş belli bir çağda? 19. yüzyıldan bu yana dünya finans kapital eliyle küresel bir dünya oldu, tam da roman çağı denilen bir yüzyıl bu dönem. Türkiye’nin de bu küresel dünyadan başka bir gezegende olmadığını her aşamada bir daha öğrenerek girdik bu yeni uygarlığa. Devletin gönülsüz eliyle açılan kapıyla, Tanzimat’tan bu yana.
Ancak gene de her yazar istesin ya da istemesin bulunduğu dilin koşullarında düşünür ve yazar. Dil bilincin de bilinç dışının da örgütleyicisidir. Dil, gönüllü-gönülsüz bir hapishanedir yazar için. Size bu hapishanenin kurallarını, yaşama biçimini öğretir yazdığınız dil. Ne kadar isteseniz de Germinal’deki öykünün bir benzerini yazamazsınız bu ülkede. Eşitsiz gelişim yasası, birçok şeyi göreceli kılar. Görecelik benzersiz sandırır şeyleri. Kimi değişkenler dilin, düşüncenin, temanın, konunun yönünü değiştirir, başkalaştırır. Ama siz okumasanız da, izlemesiniz de zaman sizi kendi kültürüyle eğitir; artık Dede Korkut gibi yazılamayacağını, Divan şairi gibi mısra dizilemeyeceğini öğretir size.
Latife Tekin: Sevgili Arsız Ölüm, bir bakıma benim de yetişme sürecimi, kendim oluşumu anlatan, yazmayı da bu yazı sürecinde öğrenmeye çalıştığım ilk romanım. Birçok yönüyle bir bildungsroman. Yalnızca kuşağımın değil, sonraki kuşaktan birçok genç insanın yetişme serüveninden imgeler, yaşantılar taşıyan bir anlatı olmalı ki bu kitap, yayımlandığı günden bu yana yeni gelen okurdan da hiç uzak kalmadı. Büyülü mü? Bunu ben bilemem. Ama sizin gibi hissedenleri gördükçe demek öyleymiş diyorum.
Serkan Türk: Doğadan, yoksullardan bahsetmek, işçi sorunlarını ve meselelerini roman ve anlatı olanaklarıyla kayıt altına almak ve bunu yaparken dönemin politik zorluklarını görerek yapmak. Latife Tekin’in toplumsal değişimi, dünyanın gidişatını bu kadar iyi görüp okumasının altında tam olarak ne yatıyor?
Latife Tekin: Sorunuzda, benim açımdan, “bu kadar iyi görüp” gibi durdurucu bir engel var. Ama elbet bu sizin kanaatiniz. Bense, yoksulların dünyasından geliyorum; yoksullar için en temel zorluk yaşar kalmak zorluğudur. Yoksulların hayatla baş etme biçimleri çocukluğumdan beri gözlemleme olanağı bulduğum muhteşem bir didişme, bir direniş öyküsüdür. Dilden düşünceye, eylemden düşe dolanan bir öyküler yumağı. Kimi zaman inanılmaz gerçeküstü, kimi zaman şaşırtıcı düzeyde katı, kiminde de keşifçi. Her bir kitabımda bu direnişin birkaç boyutuna daldım. Dillerini, huylarını bilmedikleri kente başka hiçbir çare bulamadıkları için geldiklerinde yoksullar, kentin kodlarını çözmenin bin bir yollarını öğrenirler ve öğretirler birbirlerine. İşte o anlarda, o deneyim paylaşma sürecinde yanlarında, içlerinde olmanın şansını yaşayabildim çocukluğumdan bu yana. Dönemin politik zorlukları dediğiniz benim için şu; ne mutlu bizim kuşağa ki, biz bu devletin lanet huylarını erkence tanıyarak büyüyen, dahası başkaldıran bir kuşaktık. Ceberutun zorbalığı sırtımızdan, canımızdan geçti, geçiyor hâlâ. Zorluğa karşı bir bağışıklık kültürü de ediniyoruz zamanla. Dünyayı bir bütün olarak algılama zihniyetinin önemli olduğu bir zamandan geliyor bizim kuşak. Kişisel bir yanıt da bekliyor sorunuz; ama yazdıklarımdan başka beni farklı kılan bir yanım yok kuşağımdan.
Serkan Türk: Bir kitabınızda şöyle diyorsunuz: “Anlamdan sözcüklerden önce bir ses, sesimin tonunu ayarlayabileceğim bir yankı gerek bana. […] Sessizlikten doğacak sesi beklerim. Bu yüzden iyi yazarların aynı zamanda gizli besteciler olduğunu düşünürüm.”
Latife Tekin: Soru kipi yok ama bu sözümü açmamı istiyorsunuz diye anladım. O zaman ben de sizden şunu isteyeyim; Şiir, destan, hikâye geleneği ile müziğin, şair ile, anlatıcı ile çalgısının ne zaman birbirinden koptuğunu hatırlayın. Matbaa ile birlikte değil mi? Daha dün yani. Ondan önce binlerce, binlerce yıl boyu anlatıcıların bir de müziği vardı, kendilerinin icra ettikleri. Onsuz yaşayamadıkları. Köroğlu hikâyelerini kopuz olmadan yavan bulurdunuz o çağda olsaydınız. Yazılı kültür, bunları birinden ayrıştırsa da içten akanı yok edemedi. Tıpkı kuşların göç yollarını ezbere bilmeleri gibi anlatıcının da hikâyesine uygun bir ses belleği içten içe işliyor olmalı, dilinden dipte bir yerinde. Benim için anlatıya başlamak bir yola çıkış, bir göç yolu hikâyesidir. O yolun ayak ritmini bulmadan, yola eşlik eden sesleri duymadan nasıl yol alırım. Yazarların ve şairlerin ruhlarının en dibinde devinen gizli ya da açık bir değişmez olmalı bu müzikal arayış.
Serkan Türk: “Aşk İşaretleri’nden de çok şey öğrendim ben, Gece Dersleri’nden de, Buzdan Kılıçlar’dan da. Bu bir yolculuktu. Hem yoksullara bakıyordum, hem kendi düşünce sistemimdeki altüst oluşa, ilerleyişe. Kendimle çatışarak, konuşarak ama aynı zamanda çok sıkı okuyarak, yani sadece el yordamıyla gitmiyordu. Bizim kuşağın, diyelim ki en iyi entelektüelleriyle de ilişki içinde, onlarla da itişip kakışarak, paslaşarak gitmesi gerekiyordu.” Diyorsunuz bir söyleşinizde. Bugün dönüp baktığınızda gördüğünüz manzara nedir?
Latife Tekin: Şimdi de el yordamı işliyor kuşkusuz ama dünya bütünleştikçe ayrıntılar daha çeşitleniyor; önceden bu kadar ayrıntıyı görmüyor, düşünmüyor, beklemiyorduk. Daha derli toplu görüyorduk; iki kutuplu bir yuvarlaktı dünya. Ayrıntılarda gizli olan yaşama körleşmiştik aslında. Bugün dönüp baktığımda ayrıntılar baş döndürüyor. Her biri var olmalarının anlaşılma hakkını istiyor bizden; görülme, tanınma, bilinme hakkını. Bir virüs işte elle tutulmaz, gözle görülmez! Korona silsilesinin yolunu izleyebilseydik, yani şeylerin doğasına kayıtsız kalmasaydık, bilimi kâr amaçlarının aracı, bilim insanını sermayenin kulu olarak düşürmeseydik, bu felaket gelmezdi başımıza. Doğayı bu denli hor kullanmasaydık, toprağın derisini yüzmeseydik, görünür görünmez milyonlarca canlının hayat hakkını ilerlemenin kurbanı kılmasaydık, üstünlük savaşlarına değil yaşamsal değerlere akıl yatırsaydık bu korkunç durumla karşılaşmayacak, dünyayı bir cehennem figürüne çevirmemiş olacaktık. Şarkılarda, şiirlerde kalmayacaktı mavi dünyamız.
Latife Tekin: Manves City insanıyla, doğasıyla, kentiyle, kırsalıyla kâra çarpılmış somut gerçekliğin, Sürüklenme ise bu fatal ucube gerçeklikten kurtulma yollarını arayanların hikâyesi. Başka dünya mümkün diyenlerle, bundan başka dünya yok diyenlerin sahne çakışması, yıkıcı bir gerçeklikte buluşması oldu bu iki kitap. Ama böyle söyleyince ne çok ayrıntıyı ezip geçmiş oluyoruz.
KE’ın 3. sayısında yer almıştır.