Zahir Güvemli’nin Varlık Yayınları’ndan çıkmış olan Sanat Tarihi kitabı tarih öncesi devirle başlıyor. Tahmin edebileceğimiz gibi sanat da neredeyse insanlık kadar eski. Tarih öncesi devirlerden kalan bilinen ilk eserler küçük heykeller olarak tespit edilmiş ve 40 bin yıl öncesine tarihleniyor. Bu eserler mamut dişinden yapılmış kadın heykelcikleri. İnsan, ellerini kullanıp alet tasarlamaya başladığında, malzemeye şekil vermeyi öğrendiğinde eller boş durmamış, sadece ok ucu, balta sapı gibi hayatta kalmaya ya da avlanmaya yarayan aletler yapmamış, aynı zamanda heykel de yapmaya başlamışlar. Tabii bu ilk sanatsal faaliyet mi bilmiyorum. Ses var çünkü, kalıntısı olmayan, kaydı tutulamayan, izi olmayan ses. Kitabın bu ilk bölümünün aslında vurguladığı nokta bulunan en eski duvar resimleriyle, modern resmin ustalarının resimlerini karşılaştırıp aradan geçen binlerce yılın ardından aynı yere varıldığı: Sadelik ve ifade gücü. Teknik bakımdan çok ilerlenmiş olsa da anlayış bakımından tarih öncesinin ve günümüz sanatının paralellik gösterdiği ifade ediliyor. Bunun için Fransa’daki Ebbu mağarasında bulunan dağ keçisi çizimiyle, Pablo Picasso’nun Boğa çizimi ve İspanya’daki Altamira mağarasındaki resimlerle Paul Klee’nin Ormanda Hayvanlar isimli çalışması karşılaştırılmış. Mağara resmiyle karşılaştırılan Picasso’nun boğası 1945-46 yıllarında yaptığı 11 etap taş üzerine lavi ve kazıma tekniği ile yaptığı eskizlerinin sonuncusu. İlk etapta sıradan bir boğa görüyoruz, sonra irileşiyor, çizgiler ve detay bakımından zenginleşiyor ve sonra her resimde gitgide parçalarına ayrılıyor ve kübist bir forma bürünüyor, minimalleşiyor ve sonunda sadece boynuzlar, ayaklar, kuyruk ve cinsel organı gösteren çizgilere dönüşüyor. Tüm fazlalıklarından arınarak tarih öncesi bir mağara resmi halini alıyor. Benzerlik gerçekten hayret verici.
Ancak beni hayrete daha çok düşüren iki konu oldu bu bölümü okuyunca. İlki insanlık tarihinin en eski sanat eserlerinin keşfinde çocukların rol oynamış olması. İlk keşfedilen mağara olan Altamira mağarası ağzını kapatan toprağın çökmesiyle tesadüfen bir avcı tarafından bulunuyor ve mağarada Arkeolog Don Marcellino de Sautuola içeriyi temizleyip çalışmaya başlıyor. Başının üstündeki hayvan resmini ise içeride, babasının yanında oynayan küçük kızı fark ediyor. Muhtemelen arkeolog baba o resmi eninde sonunda görecekti ama ilk fark eden küçük kızı oluyor. Belki küçük kız o sırada mağarada yere uzanmış hayal kuruyordu, belki bir kelebeğin peşindeydi, belki de hayal bile edemeyeceğimiz, uydurduğu bir oyunu oynuyordu.
İlk keşfedilen mağara duvarındaki hayvan resmini keşfeden ve en eski duvar resimlerinin olduğu mağarayı keşfedenin de çocuklar olması hoş bir tesadüften ibaret değilmiş gibi geliyor bana. Çocuklarda merak, cesaret ve görebilme yetisinin olmasından kaynaklanıyor bu durum. Saydığım nitelikler aynı zamanda sanatın ve bilimin de vazgeçilmez itici güçleri değil mi? Sanat da bilim de merakla ateşleniyor. İlkinde insana, duygulara duyulan merak, ikincisinde doğaya, dünyaya ve evrene duyulan merak, ikisinin ortak bileşkesi olarak eksiksiz hayata ve varoluşa duyulan meraktan söz edilebilir. Cesaretle ilerliyorlar. Yaratma ve yanılma cesareti, daha önce kimsenin denemediği bir dil bulma, bir durumu daha önce gidilmemiş bir yolda giderek ifade etme, o yolda ilerleme ve ortaya yeni bir şey koyma kararlılığı ancak buna cesaret edebilen sanatçılara ve bilim insanlarına mahsus olsa gerek. Görme yetisi ise insana tüm varlığıyla, duygularıyla kendini hayatın içinde var edip görünenin ötesindekini görebilme, kendine has bakış açısıyla farklı yorumlayabilme imkânı sağlıyor. İşte bu nedenlerle çocukların resimleri de Ebbu mağarasındaki dağ keçisi resmindeki ve aynı zamanda Picasso’nun Boğa resmindeki sadeliği, soyutlama ve ifade gücünü, özgünlüğü yakalayabiliyor. Büyüyüp merak yetileri körelene kadar ise bir çocuğun hayatı her gün, hatta her an belki, keşiflerle geçiyor, kendini ve dünyayı keşfediyor çocuk çevresine her bakışında.
Bu yüzden bir sanatçıda da bilim insanında da çocuk merakı mutlak olmalı. Lascaux mağarasına girme cesareti olmadan sanat da bilim de yapılamıyor. Dört buçuk yaşındaki oğlumun gördüğü ve bazen bana farklı nedenlerle anlattığı ya da söylediği detayları duyunca çoğu kez şaşırıyorum. Yıllardır aynı boy seviyesinden çevremize bakmaktan ve çoğunlukla çevremize bakarken aklımız her zaman “çok önemli” bin bir türlü konuyla dolu olduğundan olsa gerek çocukların dünyayı algılama düzeylerinden çok uzağız. Oysa onların tek işi izlemek, bakmak, görmek, merak etmek, dünyayı ağacıyla, taşıyla, hayvanlarıyla ve bizim keşfedip unuttuğumuz tüm ayrıntılarıyla keşfetmek. Öykünün çocuklukla çok ilgili olduğunu birkaç yerde söylemiştim, belki yazmıştım da. Çocukluğuma döndüğümde oralarda bir yerlerde öyküyü bulacağımı bilirim hep çünkü yitirdiklerimiz oradadır, bizi şimdiki halimizde olmaya zorlayan yılların neleri değiştirdiğini, bizi nasıl bir insan haline getirdiğini en iyi çocukluğumuza bakarak anlarız, baktığımız bu noktada ise öyküler kaynaşıp durur, günümüze ait bir anlatının da gelip dayandığı ya da dokunduğu yer çocukluktur. Ama sanırım bu tespit sadece öykü için geçerli değil, sanatın tüm dalları ve bilim için de geçerli. Çocuk merakına, ilgisine, ciddiyetine, algısına ve cesaretine sahip olmadıkça sanatçının da bilim insanın da gözleri şiddetli bir ışıkla kamaşıp körelmiş demektir. Bu ışık her şeyi görmesini sağladığını sandığı çiğ gerçeklik ışığıdır. Oysa çiğ gerçeklik içine hayal gücü katılmadığı sürece bizi evden işe, işten eve getirip götürmekten başka işe yaramaz. O zaman hem sanatın hem de bilimin yolunu açan, mağaralarda bu keşiflerin yapılmasını sağlayanın çocuklar olması elbette tesadüf değil, sadece gayet normal, yine de bunu bilmek ve normal olduğunu düşünmek hayranlık uyandırıcı.
Bu bölümde dikkat çeken ve beni şaşırtan ikinci nokta ise Peche Merle mağarasındaki resimlerden birine Fransız Şair ve Yazar Andre Breton’un parmağını sürmesi. Ne kadar muzipçe ve çocukça değil mi? Bunun karşılığında sıkı bir fırça yiyor ve para cezasına çarptırılıyor Breton. Ancak parmağında boya izi kalınca resimlerin orijinal mi yoksa sahte mi olduğu tartışması çıkıyor ve işin içine Edebiyatçılar Derneği bile karışıyor. Böylece konuyla ilgili araştırma başlatılıyor ve sonunda resimlerin gerçek oldukları kanıtlanıyor. Fakat gerçeküstücülük akımının kurucusu sayılan, parmağını tarih öncesi resme sürerken 56 yaşında ve o zamana kadar Gerçeküstücülük Bildirgesi de olmak üzere birçok eserini vermiş olan bir edebiyatçının bu davranışı nasıl yorumlanmalı? İşin içinde yine merak ve cesaret yok mu, hem de büyük ihtimalle herkesten farklı görme yetisiyle resmin boyalarının neredeyse eline bulaşacak kadar kabarmış ve hatta yeni olabileceği şüphesi. Kimse cesaret edemezken o, parmağını kaldırıp 25 bin yıl önceki bir sanatçının eserine dokunabiliyor. O andaki heyecanını ve duygularını tahmin edemiyorum. Merak ve şüphenin yanında, tarih öncesiyle tensel ve ruhsal bir temas kurma, tarih öncesinin sanatçısıyla birlik olma arzusu ve hazzı da bu hareketi ona yaptırmış olabilir. Manifestosunda vurgu yaptığı rüyalardan birinin içinde olduğunu düşünüyordur belki de. Ne olursa olsun çocukça ve sanatçıya yakışan bir durum. Breton’un Sürrealist Manifesto’sunun (1924) daha girişinde kurduğu şu cümle de tesadüf olmamalı öyleyse: “[İnsanın] Eğer içinde hâlâ bir parça sağduyu kalmışsa, tek yapabileceği yol gösterenleri ve akıl hocaları her ne kadar mahvetmiş olursa olsun, yine de ona bir şekilde büyüleyiciymiş gibi gelen çocukluğuna dönüp bakmaktır.” Manifesto’dan bir diğer alıntı da şu: “Belki de insanın “gerçek yaşamı”na en yakın duran şey çocukluktur.” Acaba Breton resme dokunmak isterken içindeki çocukla ne konuşuyordu?
Elbette bu muzipçe eylemi bir bilim insanı da yapabilirdi. Ve yine elbette sanatta ve bilimde de ilk kez yapmak önemli ve değerli. Sanatta ilk kez ortaya konulanı aşma çabası, aynı sürecin farklı sonuçlara yol açmayacağının bilindiği deneye dayalı bilimde ise üstüne yeni bir bilgi koyma uğraşı söz konusu olduğuna göre, mağaraya her gelen sanatçı ya da bilim insanın çizimlere bir parmak atması gerekmiyor. Andre Breton’un parmağını duvar resmine sürerkenki halini düşününce aklıma Einstein’in dilini çıkarmış ünlü fotoğrafı geliyor. Öyle bir an sanki. Resimler gerçekten sahte de çıkabilirdi ve böylece Breton sanat tarihine ve arkeoloji bilimine önemli bir katkı da sağlamış olabilirdi, öte yandan bu sayede resimlerin orijinal ve gerçek olduğunun ispatlanmasına vesile olması da azımsanmayacak bir katkı. İçimizdeki ve aramızdaki çocuklara iyi bakmak, onları dinlemek, onlara güvenmek en doğrusu sanırım, hem de sadece sanatta ve bilimde değil, her an ve her yerde.
Elbette, resim-heykel ve mimarlık tarihini dönemsel ve bölgesel özellikleriyle kavrayan, 2004 yılında aramızdan ayrılan Zahir Güvemli’nin keyifli anlatımıyla Sanat Tarihi kitabını okumanızı da tavsiye ederim.
Kaynak:
Sanat Tarihi, Zahir Güvemli, Varlık Yayınları, 2012
Sürrealist Manifestolar, Andre Breton, Altıkırkbeş Yayın, Ocak 2009