Hepimiz öykünün sınırlarından bahsedebiliriz. Roman denilince karşımızdaki türe ilişkin söyleyebileceğimiz şeyler neredeyse birbirine benzer. Deneme desek o da üç aşağı beş yukarı bellidir. Ama şiir öyle bir tür değil. Yoğun anlatımı, içerdiği imgeler, şairin yaşam deneyimleri gibi birçok damardan beslenir şiir. Diğer türler de beslenir ama şiirdeki dışa vurum daha bir öznellik gösterir.
“Bir şiir bir mısrası için okunur” der Dücane Cündioğlu. Çoğu zaman bu böyledir. Şiir okuru-adeta- elinde pusula ile dolaşır mısralar arasında kendisini en çarpan mısranın altını çizmekle başlar kimi zaman. Kimi zaman ise gözüyle işaretler biraz önce altını çizdiği mısrayı. Bir kere daha okur o mısrayı. Sonra derin bir nefes çeker, -içiyorsa eğer- sigarasını yeniden yakar, sonra bir daha okur o mısrayı. Ta ki o mısra ruhundaki yamayı kapatana kadar bu eylemi bir ritüel olarak sürdürür. En sonunda geçer o şiiri, aklı biraz önceki mısrada kalarak yeni bir şiire başlar.
Sonraki sayfada İlhami Çiçek’ten bir alıntı (“tedirginlik doğal sayılabilir” diyerek) ellerimden tuttu. Sarıtaş, her şiirinin adını -tıpkı kitabın adında olduğu gibi- büyük harflerle yazmış. Bazı şiirlerde her mısranın ilk harfini büyük yazmayı tercih eden şair, bazı şiirlerinde buna pek uymamış. Her mısra bir sonraki mısrayla anlam kazanarak okuru zinde tutuyor. Bir önceki mısra tekrar okunuyor. Bazı mısralar ise -benim gibi kimseler tarafından- birkaç kere okunuyor olmalı: “İyi ki herkes hayatında bir defa düşer” (s. 13). “Taşra birkaç yıl daha taşraydı o zamanlar” (s. 14). “Her gün bir öncekinden daha fazla susuyorum” (s. 17). “Ansızın bakakalıyoruz yaşadıklarımızın ardından” (s. 22). “Bu çağda insanın geriye dönüp bakması vakit kaybıdır” (s. 35). “Bana söğüt dalından düdük yapmayı öğretmişti dedem” (s. 39). “İyi filmler çıkabilir düşük bütçeyle mümkündür” (s. 43).
Şairin ilgi çekici bir imge dünyası var. Atını ayaza koşturan takvimlerden (s. 14), herkesin kendi hayatının bilirkişi olduğundan (s. 15), tövbe saçağından (s. 15), her gün batımın sessiz bir eve dön çağrısı olduğundan (s. 19), e-5 trafiğinde görülen bir cenaze aracından (s. 20), bir fesleğen kokusunun tazeliğinden (s. 24), otobüse kartla binilmeye başlayalı taşranın akıbetinin düşündürücülüğünden (s. 27), ölümün hızlı adımlarla bize hiç fark ettirmeden içimize sokulmasından (s. 29), sağalmayan bir yaranın tazeleneceğini her fırsatta haykırmaktan (s. 31), diziler ve futbol maçlarının gözlere perde olduğundan (s. 32), çağımızın hız çağı oluşu ve hatıra biriktirmeye karşı gelişinden (s. 35), bugün kalbimizdeki en çok yeri korkuya ayırışımızdan (s. 36), şiirini okumadan önce iç çeken şairleri düşünmekten (s. 41).
Kitaba verilen ad oldukça başarılı. Kitap boyunca kendime sorduğum: “Kanatlar neden tedirgin?” sorusuna;
“Çünkü egzoz dumanları esir almıştır gökyüzünü
Çünkü apartmanlar zapt etmiştir dört bir yanı
Çünkü gökyüzü binaların gölgesine hapsolmuştur
Çünkü oradaki aile de çözülmektedir
Çünkü şarj aletleri, maç skorları, sosyal medya bildirimleri ön plana çıkmıştır
Çünkü kimse bilmiyor fesleğenlerin kokusunu
Çünkü toprağın dili son temsilcisi öldüğü için okunamayan bir kabile diline dönmüştür.” gibi cevapları şiirlerden hareketle vermek mümkün.
“Kitap baştan sona bir tedirginlik abidesi” desem yeridir. Şair, modern çağa başkaldıran bir derviş gibi akıcı şiirleriyle okuru selamlamış. Akıcılık, kıvrak zekâ, eleştiri kültürü kokan bir kitap olmuş.
Kitabın son sayfası; Ferîdüddin Attâr’ın Mantıku’t Tayr adlı eserinden bir alıntı ile (“Her birimizin gönlünde bir müşkil var, hâlbuki yola gönül huzuruyla gitmek gerek.”) kapatılmış.
Yukarıda defalarca kitap dedim. Kitap derken niceliğinden (sayfa sayısından, çünkü sadece 45 sayfa) ziyade şiirlerin anlamına odaklandım. Hacimce kitapçık nitelikçe de kitap denilebilir, Tedirgin Kanatlar’a. Şairin bazı şiirleri uzatmasını bekledim kimi zaman. Bu beklentim havada kalsa da Tedirgin Kanatlar okunmaya değer.