CELLATLAR KAHVESİ: “ Büyüklere masal anlatanlar kulaklarını iyi açsınlar zira duydukları, zannettiklerinden daha gerçek olacak”
Kim celladını karşılarken bu kadar mutlu olurdu ki ?
Tereddüt etme ağam ! Artık sadece günahlarıyla değil, gölgeleriyle de ölmek zorundalar.
Yerde cansız bir şekilde kanlar içinde yatan babasının elinden parasını aldığında Onur savaşı çoktan bitmişti. Babasının kanıyla kızıla dönmüş parayı havaya kaldırarak diğer cellatlara gösterdi. « Ben Kızıl Ağa’nın oğluyum » dedi. « Onun ekmeğini yedim, onun suyunu içtim ve onun silahını kullanacağım. »
O bir cellat oğluydu ve oğlu bir cellat olacaktı.
Yazar Erol Çelik Biyografisi: 1973 Artvin’de doğdu. Tahsilini, Bakırköy Endüstri Meslek Lisesi Elektronik Bölümünün ardından İstanbul Teknik Üniversitesi Kontrol Sistemleri Bölümünü tamamladı. Dokuz yıla yakın, ülke genelinde yayın yapan Süper Fm, Joy Fm gibi birçok yerel ve ulusal radyoda programlar hazırladı ve sundu. Hâlihazırda; NTV isimli ulusal bir kanalda ses operatörü olarak çalışmaktadır. Toplumun genel konularından yola çıkarak kurguladığı gerilim öyküleri, aldığı teknik eğitim ve çalıştığı mesleğin önüne geçmiştir. İlk kitabının yayınlanmasının ardından, kısa metraj film senaryoları yazmaya başladı. Konularını; yayınladığı öykülerden aldığı, yönetmenliğini de üstlendiği kısa filmleri, birçok festivalde gösterilmiştir. Evli ve bir çocuk babasıdır.
Heyula (2007) Avrupa Yakası Yayınları
Satranç Ve Şövalye (2009) Avrupa Yakası Yayınları
Kısa Filmleri
Vasiyet (2007)
Sandıklı Gelin Efsanesi (2008)
Son İstek (2008)
Temmuz Yağmuru (2009)
Neş’et-i Sâniyye Teknesi (2011)
Takıntı (2011)
Kitapta Kullanılan Bazı Önemli Figürler- Bir nevi başrol oyuncuları:
CELLATLIK MÜESSESESİ:
Osmanlı devletinin resmi cellat teşkilatı, bir cellat başının idaresinde olup sayıları zaman içerisinde değişiklik gösteren bir kurumdu. Cellatların hepsi de aslen “ Kıptî3 “ idi (Koçu,2003:33). Genel olarak çingeneler ve Hırvatlardan oluşan Saray Cellatları, Bostancı Ocağı’nın bir kolu olan “Cellat Ocağı” na bağlıdır. Cellat Ocağı, 20 kadar neferden oluşmaktaydı. Saraydaki cellatlar arasındaki özel olarak seçilmiş olan grup ise; dilsiz cellatlardır. Bunlar özellikle, gizli yapılan infazları yerine getirirdi (Tuna, 2006: 66). Cellatbaşı ve cellatlar Bostancıbaşı Ağasının emrindeydi. İdam hükmü Bostancıbaşı’na verilir bazen hükmü bizzat kendisini yerine getirirken bazen de nezaret ederek hükmün yerine getirilmesini sağlardı. Eğer, idam mahkûmu devlet ricalinden biri ise, Bostancıbaşı idamda mutlaka bulunurdu. Cellat başına çok güvendiği iki cellat refakat ederdi ve infaz gerçekleşirdi. Bu refakatçiler, “Cellat Yamağı “adı verilen kişilerdi. Bostancıbaşı Ağa sarayın en büyük zabitlerinden biridir. Bostancıbaşı’nın idam görevi haricinde, sadr-ı âzamın vezirlerin azl, sürgün vazifesi de vardı. Azl olunan sadrazamlar bostancıbaşı nezaretinde sarayın Balıkhanesi’nin önünden hazırlanmış olan gemiye bindirilip oradan sürgüne gönderilirlerdi4 . Sarayın bahçesinde, bostancı fırınının yanında bulunan hapishanede tutuklu olan saray ricali ve saireye yapılan işkence bostancıbaşı gözetiminde yapılırdı. Bostancı fırının yanındaki hapishaneye “fırın” denilirdi (Uzunçarşılı,2014:461). Osmanlı cellatlık teşkilatıyla ilişkisi olan bir diğer mimari yapı, Topkapı Sarayı içinde bulunanBalıkhane Kasrı ve Kapısıdır. Sur-i Sultani’nin Bizans Surları ile birleştiği noktada Marmara’ya açılan Balıkhane Kapısı onun üzerinde Balıkhane Kasrı bulunuyordu. Osmanlı Tarihinde, Topkapı Sarayı’nın en gizemli, en ürkütücü ve aynı zamanda da İç Saraya en uzak noktası bu kasr ve kapıdır. Deniz surları üzerindeki son çıkış olan Balıkhane Kapısı’ndan içeri girildiğinde Balıkhane Ocağı bulunur. Dışında ise; Balıkhane çalışanlarının saray ihtiyaçları için balık tuttukları “Ahırkapı Dalyanı” vardı. Hovhannesyan5 , saray baş balıkçısının emrindeki balıkçıların buradan balık tuttuklarını ve kıyıdaki ağaçlıkta bulunan çeşmede, gemicilerin burada elbiselerini yıkadıklarından bahseder. Çeşmenin az ilerisinde bulunan Hasırcılar Kapısı’nın dışından, kazara denize düşenleri bostancılar kancalar yardımıyla kurtarırdı. Aynı yerde bulunan sur gediğinden ise, sarayda boğdurulanlar denize atılıyordu.
OSMANLI YATAĞANI:
Sultan Alparslan’nın şanlı Malazgirt zaferinden 9 yıl sonra Denizli-Yatağan beldesi Türkler tarafından fethedilmiştir. 1090 yılına kadar sıkça düşman saldırılarına uğrayan Yatağan Kazıkbeli Savaşı’ndan sonra tamamen Türk himayesine geçmiştir. Belde ve kılıç Yatağan ismini Oğuz Türklerin’de yerleşmek anlamına gelen “yatuk” kelimesinden almıştır. Konya Sultanı tarafından bölgenin hakimiyetini sağlamak amacıyla gönderilen Osman Bey ise sonradan “Yatağan Baba” ismini almıştır. Yatağan’ın hakimiyeti için çarpışan Yatağan Baba ve Selçuklu Şehzadesi Abdi Bey’in türbeleri beldede bulunmaktadır Yatağan 1429 yılında Osmanlı topraklarına katılmıştır. Bölgenin geçim kaynağı olan kılıç ve barut gibi malzemelerin üretimini teşvik eden Osmanlı Devleti İstanbul’un fethinde bu malzemeleri kullanmıştır. Fethedildiği günden itibaren Türklerin girdiği bir çok savaşa kılıç ve barut yollayan beldenin en önemli ürünü Yatağan kılıcıdır. Birçok Osmanlı Sultanı’nın kullandığı kılıç aynı zamanda Yeniçeri Ocağı’nda bulunan askerler tarafından kullanılmıştır. Savaşlarda düşmanın korkulu rüyası olmuş Yatağan kılıcı bugün dünyada kılıç denilince akla gelen ilk modellerden biridir. Kanuni Sultan Süleyman için yapılan Yatağan kılıcı bugün New York Metropolitan Müzesi’nde sergilenmektedir. Hacı Bektaş-ı Veli’nin tavsiyesi üzerine Türkmen ustalar tarafından yapılan Kılıcın en önemli özelliği sadece tek tarafının keskin olması ve aman diyen, teslim olan düşmana yaşama şansı vermesidir. Yatağan, pek çok doğu kılıcı gibi kavislidir, ancak keskin ağzı içe gelecek biçimde, ters kavislidir. Çarpışma anında yüksek strese maruz kalan Yatağanların ağızları çelikten, sırtları ise esneklik kazanması için demirden yapılırdı. Sapındaki kulaklar, bileği kavrayarak, içe doğru kavislenmesi nedeniyle savrulması zor olan yatağanın kullanımını kolaylaştırmıştır. Bu kulaklar sayesinde, halk arasında “kulaklı” diye de bilinir. Genelde sapından sırtına doğru uzanan bir kemer, darbe anında kırılması muhtemel olan bu bölgeyi destekler. Yatağanların çoğu, sapında ve kabzasında işlemeler taşır. Kabzaya sedef kakma, inci ve değerli taşlarla süslemeler yapılır. Yanaklara ise ustanın adı, “Allah”, “Muhammed”, “Ali” gibi kakmalar yapılır veya Kur’an’dan ayetler yazılırdı. Avrupalılar bu Yatağan’ın şekline istinaden, bir çift yatağana “kelle makası” demişlerdir.
KAFİR ÇATALI: Bir kayışa tutturulmuş iki ucu sivri çatal şeklinde metal işkence aleti. Çatalın bir ucu kurbanın çenesine dayanırken diğer ucu da kurbanın göğüs kemiğine dayanıyor ve alet katış yardımıyla tavana asılmış olan kurbanın boynuna sabitleniyor. Kurbanın ölmemesi için asla uyumaması lazım, eğer uyursa veya başı bir şekilde öne düşerse… Evet çatal hem çeneden hem de göğüsten delip geçiyor.
ÇAY NİNESİ: Su ile ilgili bir hikayesi olan “Çay Ninesi” kadın kılığında dere, göl gibi yerlerde yaşayan bir varlıktır. Suya çok dikkatli bakanların başını döndürerek onları suya düşürür. Bazen ise suya çöp atanlara musallat olduğu da anlatılmaktadır. Çay Ninesi, bazen yaşlı bir kadın bazen küçük bir kız çocuğu bazen ise genç bir kıza dönüşür. Kendisini suların koruyucusu olarak tanıtmaktadır.
Eğer dere, akarsu ve göl gibi yerlerde bulunursanız ve bu tür efsanevi yaratıklara inanıyorsanız, su dik dik bakmaktan ve çöp dökmekten sakının.
Yazar Erol Çelik, kitap için şu ifadeleri kullanıyor: “Kitaptaki yirmiden fazla karaktere sayfalarca analiz ve kurgu yaptığım için, sanki her biriyle tanışmış, ellerini sıkmış, ölümlerini izlemiş gibiyim.”
Evet Cellatlar Kahvesi sert ve çok oyunculu bir olay örgüsü sunuyor bizlere. İçinde aşkı, onuru, gözyaşlarını ( cellatlar içine içine ağlar).verilen sözleri, tereddüt edilen anları, büyüklere anlatılmayanları anlatıyor. Efsun’lu, Afife’li, celladına koşarken mutluluktan “ölen” Yusuf’lu, Neyzen’li, Uzun’lu, Ramazan Ağa’lı, mendebur Bostancıbaşılı; en önemlisi de Çatal’lı, Aslan’lı, Asır’lı. Kara’lı öyküler…
KARAKTERLERİMİZ:
Oğlunun kanatlarında uçan, Mavi Gözlü Cellatbaşı Çatal Ağa.
Babası Kızıl Ağa gibi olmak istemeyen Cellatbaşı Asır Ağa.
Başkasının suyunu kirleten, Aslan Ağa.
Babasının kaderine boyun eğen, Kara Ağa.
Dünyalar güzeli Afife. Boyu devrilesi Bostancıbaşı Ali Paşa. Sokullu Mehmet Paşa. Günahsız Devşirme Karısını öldüren Kör. Uğrunda adam öldürülen, Ermeni Dansöz. Taş meyhanenin sahibi, Arap’ın kızı Efsun.
Günahkar bedenleriyle dereyi kirletenleri cezalandıran Çay Ninesi.
Keke Murat. Ölmek için celladına yalvaran Yusuf.
BİRKAÇ KÜÇÜK ALINTI:
“Cellatlar Kahvesi’ndeki adamların hepsinin içinde, hiç yeşermeyen bir ağaç büyüyordu. Palalarıyla budadıkları, döktükleri kanla suladıkları, acı meyveler veren bir ağaç.”
“Sağ olan da, var olan da bilsin ki, sabır ümitle beslenir. Hem vallahi, hem billahi, Asır için ümit, oğlu doğuncaya kadar var olmadı.”
“Cellatlar Kahvesi’nin dışında yaşayanlar şunu bilsinler ki, bazılarının sonu musalla taşında bitmez.”
“Derler ki gerçek öyküler, yazıya dökülmeyenlerdir. Gerçek öyküler özgür olanlardır. Kahve köşelerinde, kulaktan kulağa anlatılan öyküleri dinleyin. Bakmayın siz yazılanlara. Salt gerçek öyküler, söz ustalarındadır.”
“Cellatlar Kahvesi’nde nefes alan tüm kadersizlere, öldürdükleri her canlının ruhlarından bir parça bulaşır. Bunlar biriktikçe, kendi ruhları da hastalanmaya başlar. Bu ne menem bir hastalıktır ki, çaresi yoktur.”
“Onur Savaşı, her cellat için kutsaldır. Makamlarını onurlarıyla tohumlarına bırakabilmenin tek yoludur. Oğulları, babalarının ölümünü seyretmelidirler ki, Cellatlar Kahvesi’nin kurallarını hamurlarına ekleyebilsinler. Bilsinler ki, bir cellatbaşını ancak başka bir cellatbaşı öldürebilir.”
“Oysa baban sana anlatmıştı bu saatte suya girmemen ve suyu kirletmemen gerektiğini lakin sen onu dinlemedin, o pis kanla, tertemiz suyumuzu kirlettin.”