Trafik ışığı kırmızıyken gülüyor, yeşilken ağlıyorum. Turuncuya döndüğünde? O zaman boğazımı temizlemek için öksürüyorum.
Öksürük ses tellerini bozar. Bunu güzel konuşma kurslarında öğrendim. Bütün kurslara gittim ben: Konuşma, düşünme, sevme, büyüme ve ağlama kursları. İnsan nasıl doğru büyür? Hızla boy verip sonradan… Büyüme, mekânları daraltmanız, başınızın tavana sürtmesi şeklinde olmamalı. Ya da tam tersi, çok küçük kaldığınız için günün birinde bir kibrit kutusuna da kapatılmamalısınız. Bu durumda tüm o kırmızı başlı incecik kibrit çöpleri arasında bulursunuz kendinizi. Yüreğiniz deli gibi çarpar. Bir tabut kadar karanlıktır içerisi ve kükürt kokar. Ben bir kibrit kutusunun içine kapatılsam, sanırım huzurlu olurdum. Ama ben doğru yönde büyümeyi öğrendim. Sevme kurslarına da gittim. Her yedi yılda bir, başka bir kişiyiz. Sadece yedi yıl boyunca sevebiliyoruz. Yani, sarı yağmurluklu adamı yedi yıl daha sevebileceğim. O ise yedi yıl boyunca sarı yağmurluğunu giyiyor olacak.
Aylardır sarı yağmurluklu adamın peşindeyim. Sessizliği okumayı biliyor. Yağmurluğunun ceplerinde taşlar duruyor ve üzerlerinde sırların yazılı olduğu kâğıtlar topluyor. Senin göremediklerini görüyor adam. Üzerinde hep o aynı yağmurluk var. Çünkü yağmurluğu güneş ışınlarıyla donanmış. Sarı yağmurluklu adam öyle sessiz cümleler kuruyor ki. Kulağı acıtmıyor. Ama bana sadece bir cümle söyledi. Yakınlarda, süpermarkette: Hardalın nerede olduğunu biliyor musunuz?
Düşündüm, ona yanlış bir şey söylemek istemedim. Sarı yağmurluklu adamın yüzüne hayal kırıklığı yapışmamalıydı. Hardalına kavuşmalıydı. Tam bir şeyler söylüyordum ki, adam çoktan gitmişti. Hızla geldiği gibi yok olan bir fikir misali rafların arasında kaybolmuştu. Makarnaların ve tuvalet kâğıtlarının arasında. Oralarda önemli şeyler kaybolur. Bu, ne yazık ki böyle. Domateslerin arasında tam bir hazine bulmuşsunuzdur ama o ortadan kaybolmuştur. Ve tam telefon almacını kapattığınız anda, hattın diğer ucundaki kişi hayatının en önemli cümlesini kurmuştur. Ama siz duymamışsınızdır, çünkü telefon çoktan kapanmıştır.
Bir numara çeviriyor ve bir yalan uyduruyorum. Sarı yağmurluklu adamın numarası bu. Sanırım telefon numarasında iki tane bir rakamı var. Bir’i ben, bir’i o. Çünkü her küçük büyüğü de içerir. Dünyanın nehirleri elinin içindedir ama orada aynı anda bir hiçlik de akar. Her şey hareket halinde. Başımızda gözlerimiz yuvarlanıyor. Meyve, sepetinden kayıp düşüyor. Adres defterimde, içi eski oyuncaklarla dolu bir çekmeceyi andıran isimlerle karşılaşıyorum. Etrafıma bakıyorum. Odada yalnızım ve birini aramak istiyorum. Ama o isme ait yüzü unutmuşum. Gövdemin üzerindeki kırışıklılar birer yazı, fıkralar anlatıyor. Saçlarımız dökülüyor ve tırnaklarımız uzuyor. Hücrelerimiz her yedi yılda bir kendini yeniliyor ve bir soğan ancak üç yılda bir yeşeriyor. Soğanı çoğunlukla bir ağın içinde satın alıyor ve ağlayana kadar onu küçük küçük doğruyoruz.
Çocukken düşlerimdeki eşyaları saklardım. Uyandığımda onları birilerine vermek için. Mesela bir dilim kremalı pastayı. Düşlerde karanlık dillerimi konuşabiliyor, parmak uçlarımda kanatlar yeşertebiliyor ve uçuyorum. Uçmak yüzmek gibidir, tek fark her şeyin havada olup bitmesi. Uçmak için yeterince çabalamazsan, ayakuçlarınla yine ağaç tepelerine dokunursun. Havada yüzüyorum. Üzerimde beyaz bir gömlek. Gelinliğim. Kefenim.
Omzuma bir selam gibi atabileceğim sarı yağmurluk eksik. Benim ışıkla donatılmış yağmurluğa ihtiyacım var. Onun her şeyi kolaylaştırdığını, onunla hiç zorlanmadan merdivenleri ve basamakları tırmanabileceğimi biliyorum.
Çatının penceresinden dışarı tırmanıyorum. Çatının saçağına oturup banliyö trenine bakıyorum. Tren, içindeki insanlarla birlikte sallanıyor. O da parlıyor. Her şey parlıyor. Çatı saçağı ve ötelerde yan yana iliştirilmiş kartpostallarım. Birinde deniz, ötekinde dağlar ve ortasında: Küp biçiminde küçük bir kulübe. Üzerinde dağların yer aldığı kartpostal çoktan beri bana ait. Dönüp dolaşıp ona bakıyorum: Dağlar karla kaplı, bembeyaz. Ayak izlerimizle o karların üzerine bir şeyler yazma şansımız var henüz.
Bir keresinde eşyalarımı topladım ve adamla birlikte kartpostalın içine doğru bir yolculuğa çıktım. Ağır bavullar taşıyorduk, içinde ışıktan başka bir şey olmayan bavullar. Adam sarı yağmurluğunu giymişti, karın ortasında biraz aptalca görünüyordu. Ne trafik lambası, ne formülerler ne de dün vardı. Hiçbir şey yoktu. Ağlayan bir çocuk. Gelmeyen bir gece meleği. Sadece beyaz ve bavullar. Havada ve ayaklarımızın altında kristaller çoğalıyordu. Şarkı dinlemek gibi bir şeydi bu. Göğsüm ağrıyordu, çünkü çok küçüktü. Ve, kulübe o kadar küçüktü ki rafın üzerinde uyumamız gerekti. Ama bu hiç önemli değildi. İşte dağa çıkışımız böyle oldu.
Kış geldiğinde, sarı yağmurluklu adamı daha iyi görebiliyorum. Çünkü ışıldıyor adam. Başıma beremi, ellerime eldivenlerimi, üzerime mantomu geçiriyorum. Ve yatağa uzanıyorum. Tavanda başka bir ülke. Sokakları dolambaçlı. Kalın giyinmiş olmama rağmen ısınamıyorum. Uykuda bütün hakikatlerin kitabını okuyorum. Her şey o kitapta yazılı. Hakikat. İçinde harfler yok. Kitabı yaprak yaprak çeviriyorum. Bir şehre girer gibi içine sızıyor, bir mahalleden ötekine geçiyorum. Dört yol ağızlarını aşıyor ve parkların içinden, arka avlulardan geçiyor, metro duraklarına iniyor, alışveriş merkezlerine yürüyor, endüstri alanlarına giriyorum.
Ve son durağa geri dönüş.
Treni bekliyorum. İki koltuk ötemde sarı yağmurluklu adam oturuyor. Bana bakıyor. Gülümseme ipliğini yumak haline getirip ona atıyorum. İnsan bazen kendi gölgesinin dışına çıkabiliyor. Değil mi ama? En doğru nasıl büyür insan? Altındaki plastik oturak birden küçülüvermesin sakın. Kurslara gittim. Çünkü bunların hiçbirini yapamıyordum. Nasıl doğru otururum? Ne yaparım da raflarda uyumam. Mantoyu nasıl giyerim ve. Metroda kendi kendime konuşmamayı nasıl beceririm. Nasıl yaparım da pencereme konan güvercinler için mesajlar yazmam, çünkü… Aslında onlarla konuşamam ben, ve. Gülümsememi nasıl genişletebilirim. Telefonun almacını yerinden nasıl doğru alır ve herhangi birini davet etmeye kalkışmam? Her zaman sesli ensest porno bağırmayı ve birilerini öldürmeyi dilememeyi nasıl başarırım. Hardal nerede? Buzdolabında. Altında salatalık, salam, peynir. Çünkü, insan hep yemeli. Sadece çok az insan yemeden yaşayabilir. Ben bir süre denedim. Sadece ışığı istedim. Ama. Başaramadım. Bir gülümseme yumağı. Açıyorum. Bununla koskoca bir labirenti dolaşabilirim. Kuşkusuz. Mantonun cebine ne kadar da çok gülümseme ipi sığabiliyor, inanılmaz. Adamın yanı sıra yürüyorum. Gülümseme ipini çözüyorum. Yağmurluğu öyle güçlü ışıldıyor ki. Ağlamak için bir neden yok. Yaşadığım bütün iyi günleri bir araya toplayıp dürüyorum. Onları kış için bir tezgâha yerleştiriyorum. Mutluluk dolu koskoca bir kış tezgâhı. Mutlu günlerden birinin ya da ikisinin kullanılması halinde, geride rezervin kalması iyi bir şey.
Trafik lambası kırmızı iken gülüyorum. Yeşilken de öyle. Turuncu yandığındaysa dişlerimi gösteriyorum.
Marie T. Martin, 1982 Freiburg doğumlu. Köln’de yaşıyor.
Leipzig Edebiyat Enstitüsü’ndeki üniversite eğitiminden sonra tiyatro pedagojisi okudu. Şiirleri ve öyküleri manuskripte, Am Erker, Entwürfe, Macondo, poet, lauter niemand, Vernetze III, der Deutsche Lyrikkalender, Jahrbuch der Lyrik gibi antoloji ve dergilerde yayımlandı.
2007’de televizyon radyo ve kanalı MDR’in edebiyat teşvik ödülünü, 2008’de Köln şehrinin Rolf Dieter Brinkmann Bursu’nu kazandı. 2009’da Leonde-und-Lena Edebiyat Ödülü finaline kaldı. 2010’da Köln şehrinin İstanbul Galata Atölyesi bursunu ve 2012’de Edenkoben bursunu kazandı.