Kitapta yer alan ilk öykü: Yumru. Yumru, kendi içinde alt başlıklar taşıyor. Ben Sanmak, bunlardan biri. Öyküdeki kişi(ler), dışa doğru değil, içe yönelimli konuşma halinde. Bu durum okura sessizlik metinleri olarak yansıyabilir; görünenin ardına bakıncaysa içe doğru konuşmadaki temel sebebin anlaşılmama hissi olduğu sezdiriliyor. Ses çıkarmayan saati kucaklayıp öpen öykü kişisi, saatin sessizliğine minnettar görünebilir ilk bakışta. Bakışı derinleştirince oluşan görüntü: Sessizliği kendisi kılanın halindeki gürültüsüz duruş.
İç’te fark edilmeden yaşarken bir yandan görülmeme isteği bir yandan da anlaşılabilme arzusu taşıyan öykü kişileri, kendinin merkezinden sapmayıp dünyaya teması da ıskalamayan bir dengede duruyor.
“Bugün de işi gücü yerinde, çocuklarını özel okulda okutan, çocuklarının obezite sorunuyla ilgilenmeyen, her yıl arabasını değiştiren, arabası için garajı olan, uzak güney denizinde yazlık sahibi bir beyaz yakalı ölmeyecek.” [i]
“Dostum Andy şöyle diyor: İnsanlar plastiğe benziyor, tıka basa doydular ve inşa edilmeleri tamamlandı. Dostum Andy, plastik ustası.” [ii]
“Felaketler, eğer sevdikleriniz varsa, sevdiklerinizin yakınlarında gerçekleşiyorsa üzücü olabilir. Bunun dışında kimse kendi felaketinden büyük değil.” [iii]
İçe doğru konuşan karakter(ler), düşüncelerini yarıda kesip bir anda günlük gereksinimlere, temel ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliyor. Çünkü felaket, sevdiklerinin iç’inde yer almadığı uzaktadır. Karnı doyurmaya ekmek, süt, yumurta almaya engel değildir. Öykü kişilerinin baktığı uzaklık, yakındaki gerçeği görmesine engel olabilecek denli perdeli değildir.
Ölümü Gömdüm Geliyorum’da insanın muhatapsız kalmasıyla öfkesiz kalması bir tutuluyor. Hiç kimsen yoksa, öfkenin muhatabı yoktur; bu, yok oluştur. Kargaşadan sakinliğe geçiş olarak ev metaforu yer alıyor öyküde. Dışarıda kargaşa, gürültü, trafik; içeride ev, sakinlik, iç sesin konuştuğu / sesinin duyulduğu, kendi dünyasıyla hemhal bir öykü kişisi. Yine de muhatapsız kalamıyor; çünkü “ev” var kendiyle kalabildiği, iç’inden kendine seslenebildiği. Bundan dolayı ölümü gözetliyor fakat ölemiyor. İç’ten kopup dış’a karış(a)mıyor; karışmayı istemiyor. Reddettiğinin içinde barınamadığından, dış’tan düşüyor (dış’a tutunamıyor). Kendinin merkezine tastamam ulaştığı bir alana konumlanıyor: Eve.
Bazen içindeki sesi sustursun diye müziği açıyor.
Kimse Beklenmez’de suretin aynadan intikam alacağına inanan öykü kişisi, dışarıda olanın (bir başka anlamıyla suretin), içtekine tezat duruşuna itiraz ediyor. Öykü virgülle bitiyor. Virgül simgesinin bitmeyişin bir ifadesi olarak öyküdeki yerini aldığı düşünülebilir. Görmenin bitmeyişi, aşırı hissetmenin bitmeyişi, çilenin bitmeyişi, beklemenin bitmeyişi.
Kadınlar Söylerse’de görülmeyi sevmeyen ve bundan dolayı karanlığa (geceye) sığınan öykü kişisi, rutine ayak uyduramamayı karanlıkla gölgeliyor. Günlük işler, planlar, temizlikler karanlıkta kalırsa uyumsuzluğu, ertelemeleri görünmez olur diye düşünüyor. Böylelikle kendini rahatça gizleyebilir. Kimse onu göremezse, kendi halindeliğine dış’tan bir ayna tutulmaz, ışığı iç’e döner. Gördüğü iç’tekidir yine, dışarısı düzen-nizam-intizam; içerisi alabildiğine başına buyruk.
Gece Sonuçlarına Göre’de, ses çıkarmayan saatten “yapma” anlamını vereceği bir ses bekleyen öykü kişisi, iç’inde bastırdığı sesi dış’taki bir ses bozsun istiyor, sessizlik dağılsın. Kendini öldürmek, öykü boyunca sandığı kadar kolay değil çünkü. İç’i bırakıp gömülmek, terk etmek başına buyrukluğunu, kolay değil. İstemiyor da. Yine de otuz yıl yaşamış olmaktan şaşkın. Bu şaşkınlık onda bir eşikten başka bir eşiğe geçerken -yirmili yaşlarını geride bırakıp otuzlu yaşlarına başlarken- ölü / görünmeyen / tanınmayan biri olarak yeni bir hayata başlamak arzusunu yansıtıyor.
Fotoğrafhane ve Geçimsiz Tarih Hakkında’da öykü kişisi kendisini noktalama işaretleri kullanmadan ifade ediyor. Bu durum, hep susan, konuştuğu anlaşılmayan, çağın oyunlarla yaşayanlarından ol(a)mayan, reddettiğinin içinde var ol(a)mayan karakterin haykırması hissini veriyor. Onca suskunluk, yavaşlık, kendi hızında ilerlerken birilerinin / bir şeylerin uzağına düşmek bu öyküde bir haykırışa dönüşüyor.
“Hem uzağı görmek her zaman gözlerle mümkün değil, uzağı da yakınsar insan, mesafeler alt üst edilmişse bile, yakınsar.” [iv]
Yeni dünya düzeninde hızlı – pratik-çabucak olan çoğunlukla kabul görüyor. Bir diğerini ezerek yükselmek maalesef işten değil. Ölü Kelebekler Evi’ndeki öykü kişisi de hıza talip olan çoğunluğa maruz kalmamak adına yavaşlığı seçiyor; aslında bu bir seçim de değil; kendini yaşamak. Bir yolsa bu, diğerlerinin telâşına anlam veremeden onlara hayretle bilgece bakıp kendi hızında ilerlemek. Bundan dolayı fark edilmesin istiyor; sonra insanlar onun kendi halindeliğini bozup kendilerine benzetmeye çalışırlar. Kendilerini yaşamadıkları için, çağın insanı olmayı başaranlarda çoğunlukta oldukları için onun yavaşlığını, hımbıllıyetini ezmesinler istiyor, bu da görülmemekle mümkün.
“İnsanlar zararsız saydıklarına ilişmiyor, bırakılmış birine benziyorsun, karar alıp çekilmiş birine değil, seni bilmediklerinden seni zararsız sanmaya devam ediyorlar.” [v]
Bilindiği üzere kelebeklerin hayatta kalma süreci birkaç gündür. Dolayısıyla canlı olarak hiçbir yerde uzun süre kalamazlar. Ölü Kelebekler Evi’ndeki öykü kişisi, kelebeklerdeki sessizliği, kelimelerle ifade edilmeye çalışıldığında anlamını bulamayacak kadar kısa ömürlü olma halini kendinde buluyor.
“Bu yüzden sözcüklerin de onları anlatmayı bırakması gerekiyor.”[vi]
[i] Murat Çelik, Eve Dönmeyen Hayvan, 1. Basım, İstanbul: Everest Yayınları, 2019, s. 16
[ii] Murat Çelik, Eve Dönmeyen Hayvan, 1. Basım, İstanbul: Everest Yayınları, 2019, s.18.
[iii] Murat Çelik, Eve Dönmeyen Hayvan, 1. Basım, İstanbul: Everest Yayınları, 2019, s. 17.
[iv] Murat Çelik, Eve Dönmeyen Hayvan, 1. Basım, İstanbul: Everest Yayınları, 2019, s. 103.
[v] Murat Çelik, Eve Dönmeyen Hayvan, 1. Basım, İstanbul: Everest Yayınları, 2019, s. 111.
[vi] Murat Çelik, Eve Dönmeyen Hayvan, 1. Basım, İstanbul: Everest Yayınları, 2019, s. 127.