“Ben her yeni öykümde, romanımda bir öncekinden farklı temalarda, karakterlerde, konularda yazmayı seviyorum.”
Mehmet Berk Yaltırık üçüncü romanı Karanlığın Şahidesi’nde bu sefer 18. Yüzyıl başlarında Osmanlı İmparatorluğu döneminde hayata gözlerini “esirenin kızı” olarak açmış, sonrasında “kız haremi” olarak konuşulmuş, hatta lakabı “zorba azrail”e dönüşmüş ve nihayet bir kadın kabadayı olarak İstanbul sokaklarında nam salmış Periveş’in çok zorlu, bir o kadar karanlık, içimizi ürpertecek denli gizemler ve sırlarla dolu hikâyesini anlatıyor bizlere. Yedikuleli Mansur ve Istırancalı Abdülharis Paşa romanlarından sonra tamamı bir kadın karakter etrafında şekillenen Karanlığın Şahidesi her ayrıntısı ile merakımızı cezbediyor. “Bir hikâye beni heyecanlandırıyorsa, oradaki hissi yakalayabiliyorsam okura da bu etkinin geçeceğinden emin oluyorum.” Yerli fantastik türde çağdaş edebiyatımızın en yetkin kalemi Mehmet Berk Yaltırık söyleşimiz için buyurun lütfen
Aynur Kulak: Yüksek öğreniminizi Tarih bölümü üzerinden tamamlıyorsunuz ve sonrasında tamamen edebiyata yöneliyorsunuz. Tarih öğretmeni olmak yerine ya da akademik bünye içerisinde kalmak yerine tarihi olayları -fantastik türü de yanınıza alarak- edebiyat vasıtasıyla anlatmayı tercih ediyorsunuz. Tarih merakı ve bu merakınızı edebiyat yolu ile yansıtmak nasıl bir yol izledi hayatınızda?
Mehmet Berk Yaltırık: Birbirlerini beslediklerini düşünüyorum. Tarihi okurken de bilgilerin, kaynak kırıntılarının ışığında ne olmuş olabileceği hakkında tahmin yürütüyoruz, çıkarımda bulunuyoruz. Tarihin bu yarı esrarengiz hali olası hikâyeler, hayaller için bana alan açmış olmalı. Kendimi bildim bileli her iki alandan da keyif almışımdır. Başlarda benim için tarih ve edebiyat sadece ilgi alanıydı, hobiydi, yapmaktan zevk aldığım bir aktivite gibi. Hayatımı, kariyerimi şekillendirdiklerini çok sonradan fark ettim, kendimi onlarca dosyanın ve etkinliğin kovalamacasında bulmaya başladıkça anladım.
A.K: Yedikuleli Mansur, Istırancalı Abdülharis Paşa ve son romanınız Karanlığın Şahidesi. Yerli tarihi fantastik türde yazan sayılı yazarlardan birisiniz ve en önemlisi de çağdaş edebiyat içerisinde en çok okunan yazarların başında yer almaktasınız. Bunun sebeplerini nelere bağlarsınız diye sorsam ne söylemek istersiniz? Fanzinlerde, fantastik, gotik, karanlık edebiyat türünde yayın yapan internet sitelerinde kendi halinizde yazmaya başlayıp önemli bir okur kitlesine ulaşmanız dikkat çekici.
M.B.Y: Dışarıdan bakıldığı zaman belki sadece şans, belki de birtakım bağlantılara, moda deyimle “network”e sahip olmamla ifade ediliyordur. Bununla ilgili soru geldiğinde “sadece dört duvar arasına kapanıp, masaya oturup yazdım” diyorum. Şans da, görünürlük de bir dönemler ayda iki veya üç platforma öykü, inceleme göndermemle bağlantılı. Düzenli bir işim yokken, “boş boş duracağıma yazayım” diyerek yazıya kaçmamla, kendimi oyalamamla alakalı. 2009’da ilk kez blog açıp yazmaya başladığımda, folklorla, tarihi harmanlayarak yazdıklarım insanların dikkatini çekti, Gölge e-Dergi, Kayıp Rıhtım, Kayıp Dünya. Sonra da başka siteler, e-dergiler ve fanzinler süreci… Her yeni öykü benim için yeni bir pratik oldu, farklı okurlara ulaşmaya devam ettim. Sonra 2013’te “Anadolu Korku Öyküleri 2” ile hayatımda basılı edebiyat merhalesi açıldı. 2017’de ilk romanım İthaki Yayınları’ndan çıkmadan önce de yazmayı sürdürdüm, Twitter’da flood denilen zincir şeklinde hikayeler kaleme alıyordum. Hem farklı mecralarda yazdıklarım hem de sosyal medya paylaşımlarım görünürlük kazanmamda yardımcı oldu muhtemelen ama fazladan bir çaba da gütmedim. Daha doğrusu romanım çıkıncaya kadar insanların böylesine ilgi göstereceğini tahmin etmiyordum. “Yedikuleli Mansur” benim için yeni okurların, etkinliklerin, yeni öykü seçkilerinin, yazıların kapısını araladı, hayatımın en kritik dönüm noktalarından biri oldu. “Istrancalı Abdülharis Paşa” ve akabinde “Karanlığın Şahidesi” ile bambaşka bir merhaleye ulaştığımı düşünüyorum. Röportajlar, şimdiden başlayan imza etkinlikleri, ilk baskısının çıkar çıkmaz tükenmesi, okurlardan gelen yorumlar, tepkiler… Tüm bunlara bakınca belki inandırıcı gelmeyecek ama dört duvar arasında, kısmen hayattan kopup masa başında ömrümü geçirerek yapabildim bunca şeyi. Düşlerim, ilhamlarım, yazdıklarım beni bundan sonra nerelere sürükleyecekler tahmin edemiyorum. Sadece hayal kurup yazmaya devam ediyorum.
M.B.Y: Karanlığın Şahidesi, belli fikirlere, taslaklara dayansa da büyük oranda doğaçlama gelişen bir roman oldu. Ben her yeni öykümde, romanımda bir öncekinden farklı temalarda, karakterlerde, konularda yazmayı seviyorum. Yazarken sıkıldığım takdirde okurun da okurken sıkılacağını hissediyorum. Bir hikâye beni heyecanlandırıyorsa, oradaki hissi yakalayabiliyorsam okura da bu etkinin geçeceğinden emin oluyorum. Yeni bir roman dosyası üzerine çalışmaya karar verdiğimde, ilk başta daha önce yazmadığım birinin hikâyesini anlatmak istedim. Bir kölenin, konak cariyesinin ne yaşayabileceğini bilmiyordum. Böylece baş karakteri kadın olan bir kurgu kaleme almaya başladım. Eski bir öyküm vardı “Ecelyandı Ateş Behiye” diye. Onu romanlaştırmayı düşündüm önce. Fakat orada köleliğe dair yaptığım araştırma biraz yüzeysel kalmıştı. Üstelik 1600’lerin ortalarında geçiyordu. Ağırlıklı olarak araştırdığı 1700’lerin sonunda, 1800’lerin başındaki olaylı İstanbul’da yaşatmak istiyordum karakterimi. Bu yüzden Ecelyandı Ateş Behiye’yi bir kenarda tuttum ve yoktan bir konak cariyesi tasarladım. Bu noktada aklıma birkaç tema geldi. Daha önceki romanım “Istrancalı Abdülharis Paşa”da “vampir” temasını işlemiştim. Bunda da eski İstanbul folklorunun en önemli parçası olarak gördüğüm cinleri anlatmak istedim. Fakat “Yedikuleli Mansur”dakinin aksine biraz daha karanlık taraflarıyla tasvir etmek istedim. Böylece üç ayrı roman taslağı bir araya gelerek “Karanlığın Şahidesi”ni oluşturdu. Devrin çalkantılarına tanık olup hem insanların hem cinlerin musallat olduğu Periveş’in tanıklığını vurgulamak ve hayatını değiştirecek şeye işaret etmek için “şahide” tabirini kullandım. Hem kadın tanık hem de mezar taşı anlamını taşıyor bu kelime. Musallatlı olduğu için sahipleri tarafından sokağa atılan, sokaklarda hayatta kalmaya çalışan Periveş’in beri yandan cinler âleminde yaşadıklarının izini sürdüm. Daha tek boyutlu, sade ancak bir öykü vuruculuğu yakalamak istedim sanırım, sanki Periveş’in yaşadıkları beni de bu yola çekip sürükledi. İlk başta yazmaya korktum, başlı başına bir romanda kadın karakter yazarken belli kalıplardan çıkamayabilirdim, belki zihnimde gerektiği gibi canlandıramayabilirdim. Üstelik bir esirenin, kölenin hikayesiydi söz konusu olan. Sadece okuduklarımdan hareketle zihnimde canlandırmam gerekiyordu ama birkaç kere “farklı bir tema yazsam mı” diye düşündüğüm de oldu. Ama yazdıkça Periveş’in hayatına ben de tanıklık ettim, sanki aynı zamanda varolmuştuk. Benim için epey farklı bir deneyim oldu.
A.K: Periveş karakterini konuşarak devam etmek istiyorum zira Karanlığın Şahidesi tamamıyla bu kadın karakter üzerine kurulu. Osmanlı’da kölelik sisteminden gelerek önce “esirenin kızı” sonra “kız haremi” sokaklara düşünce “zorba Azrail” e dönüşen 18. Yüzyılda İstanbul sokaklarında Yeniçerili zorbaların kol gezdiği bir ortamda Periveş’i, zamanla İstanbul’un kadın kabadayısı olarak anılan böyle bir karakteri yazmayı neden istediniz?
M.B.Y: Romanı kaleme alırken kimi yerlerde ben Periveş’i yazmadığımı düşündüm, sanki böyle biri vardı ve hayaleti bana kendini yazdırıyordu. Gözümde sahneler canlandıkça o kabusları da sanki ben görmüşçesine hissetmeye başladım. Başlangıçta bir konak cariyesinin intikamını tasarlıyordum ama bunu bildiğim halde sanki Periveş ile birlikte ben de hayatının her merhalesini gördüm, onunla yaşadım. Daha önce kaleme aldığım Ateş Behiye benzeri ancak bir esirenin yaşadıklarını, 18. Yüzyıl sonlarındaki İstanbul’un yaşadığı dehşeti birebir hissettirecek, okuyanı ürküten bir intikam hikayesi kaleme aldım ama yazmayı planladığım gibi gitmedi. Hayal gücünün ve kurgunun kudreti, bazen böyle biri varmış da hayatını bu şekilde aktarmama müteşekkirmiş gibi hissediyordum. Periveş’i bir şekilde varlıklı bir paşanın haremi yapıp daha dünyevi bir intikam da tasarlayabilirdim ama ben onu daha ürkünç, hem insanlar hem cinler âleminde korku salan biri olarak hayal ettim. Böylece bir kadın zorbazı hikâye ettim kalemimle. Periveş ismini rahmetli Sabri Kaliç’in TV için çektiği “Gece Yarısı Hikâyeleri” filmindeki bir karakterde görüp sevmiştim, bir cin hikayesiydi oradaki de. Periveş isminin “peri gibi güzel” anlamına geldiğini öğrenince bir karakterimde kullanmak üzere kenara köşeye yazmıştım. İsimlerden yola çıkarak karakter tasarlamayı, onların da hikâyesini oluşturmayı seviyorum.
A.K: Masalsı veya mitsel bir anlatı ile aktarılıyor tüm karakterler fakat bir o kadar da gerçeklik hissi de geçiriyorlar okuyana. Bu karakterler gerçekten yaşamış olabilirler mi? Mesela romanın sadece başında var olan Ebe Şehver. Ki onunla ilgili başlı başına bir roman daha yazılabilir. Ya da her bölümde farklı bir karakteri tanıdığımız İstanbul kabadayıları erkekler. Neden bu karakter bize bu denli gerçek geliyor?
M.B.Y: Metne bilgi yığmamaya gayret ederek ama ciddi bir tarihi araştırmanın süzgecinden geçirerek kurguluyorum. Yazdığım dönem ve coğrafya muhakkak belli oluyor. Olası folklor ve kültür verilerini, tarihi bilgileri vs. gözden geçiriyorum. Karakterlerimin ve anlattıklarımın okurlara “sanki o dönemi yaşıyorlarmış” hissi vermesini seviyorum, bu tür yorumlar aldıkça kurgunun kıvamını tutturduğumu anlıyorum. Fakat “Karanlığın Şahidesi”nde bu biraz farklı oldu. Daha önce de söylediğim gibi bazen Periveş’in hayaletinin elini, elimde hissettim, o yazıyordu, anlatıyordu da ben dinliyor gibiydim. Mahallelerinde dolaşmadığım bir devrin olası sokak tiplerini, onların yaşayışlarını hayal ederken de galiba Periveş’in hayaleti yardımcı oldu bana. Önceki romanlarımda da karakterlerimin tarihi arka planlarını tek tek belirlerdim ama Periveş’te daha az aşinası olduğum bir yolda, sadece hayal gücümün çağrıştırdıklarına (veya Periveş’in bahşettiği ilhama kapılarak) kaleme aldım tüm bu karanlık serüveni.
A.K: Karanlığın Şahidesi çok âlemli bir yapı. Periveş’in kendisi –yani öz benliği- uykusunda geçtiği karanlık, korkutucu öteki âlem ve yaşadığı İstanbul şehri, âlemi. Böyle bir yapıyı üstelik dönemsel bazda birbirine entegre etmek, çatmak gerçekten zor ama aynı zamanda sizin romanlarınızın da en başat unsurunu oluşturmakta. Hem kurgusal hem de anlamsal bağlantıları açısından romanın bahsettiğim bu yapısı ile ilgili ne söylemek istersiniz?
M.B.Y: Anadolu’da “karışmış”, “uğramış” diye bir tabir vardır. Halkbilimcilerin “memorat” dediği doğaüstü varlık veya olay anlatılarında, cinlerin kaçırdığı, kendi âlemlerine götürdüğü, böylece sırra kadem basan insanlardan bahsedilir. Ben de Periveş’te onun uyuduğunda uyku ile uyanıklık hissi arasında, ancak ruhen de çökmüş vaziyetteyse sürükleneceği bir “cinler âlemi” tasavvur ettim. Masalsı olmasını istemediğim için mevcut halinden daha karanlık bir İstanbul hayal ettim. Her evde her ailenin muadili olarak cin ailelerinin de olduğu tasavvuru bana bu hayali kurdurdu biraz da. Peki neden ruhen çökmüş vaziyetteyse buraya sürükleniyor Periveş? Genelde doğaüstü varlık ve olay anlatıları derlerken, aktaranla konuşma imkânım varsa yaşadığı yahut görüldüğü zamandaki durumlarını sorarım. Morali bozuk mu, depresyonda mı? Sevdiğiyle kavga mı etmiş? Ekseriyetle bu tür moral bozukluklarının vuku bulduğu vakitte, insanların rahatsız hissettiği, tekinsiz olaylar yaşadığına hükmettiği sanrılardan bahsettiğine denk geldim. Bu yüzden Periveş’in bir ayağı cinler âleminde olacaksa böyle geçmeli diye düşündüm. Hem insanların hem cinlerin İstanbul’unu anlatırken, halk inanışlarının, folklorun sunduğu malzemeyi kullandım. Ama tarihi malzemeyi değerlendirirken yaptığım gibi hayal gücümün imbiğinden geçirerek.
A.K: Şive, ağız, dil. Sizin romanlarınız söz konusu olduğunda bu saydığım özellikleriyle anlattıklarınızı öncelikle okumakta ve sonrasında anlamakta hiç zorluk çekmiyoruz. Neden? Bunu neye bağlarsınız diye sorsam ne söylemek istersiniz? Hatta zorlanmak şöyle dursun bir ritim dahi yakalayabiliyoruz hikâyelerinizi okurken.
M.B.Y: Tek tük okurlarım şikayetçi olsalar da geneli beğeniyor. Ben gelenekselden günümüze Türk tiyatrosunun bilindik tiplemelerinden ilhamla kendi kurgularımda da canlı, o dönem ve bölgenin hissini okura aktarabilecek karakterler yazmayı seviyorum. Çocukluğumdan beri de taklidi severim, amatör tiyatro ile uğraştığım dönemde sıkça kullanırdım. Diyalogları ve iç sesleri önce şiveyi taklit ederek seslendiriyorum, sonra yazıya geçiriyorum. Konuşma şeklinde vuku bulduğu için de insanlara gerçekçi geliyor, sanki o ana, o konuşmaya tanıklık ediyormuş hissi veriyor bence. Paragrafları yazarken de meddahlık devreye giriyor, yazdığın bir önceki paragraf, bir sonrakini okumak için okuru hareketlendiriyor mu, heyecana sevk ediyor mu? Bunlara dikkat ediyorum açıkçası.
M.B.Y: Belki eskiden böyleydi, okur da yazar da dar bir çerçevedeydi. Yakın zamana kadar böyle düşünüyordum, okuru da üreteni de aynı ortamdaymış gibi hissettiriyordu. Bununla birlikte son birkaç yılda ciddi bir artış olduğunu, eskiden yazdıklarımı okuyan gençlerin belli bir yaşa gelip de tüketici gruplarına dönüştükten sonra görünürlüğümüzün daha da arttığını düşünüyorum. Belki henüz kalabalıklarla haşır neşir değiliz ama eskisi gibi yazdıklarımız bloglarda, sitelerde kalmıyor, basılı edebiyata dönüşüyor, sosyal medya içeriklerine, bloglara dönüşüyor, günümüzün dinamiklerini yakalıyor. Belki sayımız ilerleyen yıllarda daha da artacak ve etki alanlarımız da fazlalaşacak. O yüzden daha çok yazmak, üretmek, aktarmak, etkinlikler düzenlemek, dosyalar oluşturmak lazım. Tabi bunu yaparken de dayanışmayı unutmamak lazım. Özellikle sosyal medyada görünürlüğümüzü birbirimize verdiğimiz destekler etkiliyor, başkalarının da gördüğümüz çalışmalardan haberdar olması, pr ve reklam desteği olmaksızın vücut bulmuş eserlerin sesini duyurmak açısından önemli. Bu hareketliliği sürdürmek lazım.
A.K: Dünya bilim kurgusal evrende ve fantastik diyebileceğimiz konularla ilgili kurgudan daha gerçek diyebileceğim pandemi süreci, hemen ardından sıcak savaş ve büyük ekonomik kriz dönemi yaşadı. Dünya yenileniyor deniyor. Yenileniyor mu sizce gerçekten ve edebiyat, fantastik/karanlık türde edebiyat bu yenilenmeden nasibini alır mı sizce? Bu süreçleri yaşarken, uzun kapanma dönemlerinde okuyabildiniz mi, merakınız ne tür kitaplara kaydı mesela?
M.B.Y: İlk bilim kurgu neşriyatı sayılan bilim dergileri, Cihan Harbi’nin yani Birinci Dünya Savaşı’nın şafağında çıkmaya başlamış. Fantastik ve korku öykülerinin yer aldığı ilk dergi “Der Orchideengarten” Almanya’da 1919’da çıkmış. ABD’de de 1923’te kültleşmiş fantastik ve korku öyküleriyle meşhur “Weird Tales” dergisi çıkmış. Gotik edebiyat, Fransız İhtilali ve akabindeki siyasi-sosyal çalkantıların döneminde doğmuş. Dolayısıyla bu tür kaotik dönemlerin, dünyayı renksiz hale büründürdüğü oranda insanların hayallere daha fazla sığınması açısından besleyici olduğunu düşünüyorum. Normalde de eve kapanıp sürekli yazıp okuyan birisi olduğumdan pandemi yaşamımı pek değiştirmedi ama ekonomik ve siyasi çalkantılar daha fazla etkiliyor. Dünyadan kaçabilmek için yazıya daha çok kaçıyorum. Kendimi eğledikçe okurlara da okuyacak bir sürü yazı, öykü, roman çıkıyor. İnsanların yaşadığı baskı hissi ve hayat koşulları elbette ki yazdıklarını etkiliyor. Bu yüzden ihtimaldir ki şu sıralar yazılan yahut yazılmış eserleri ileride daha sık konuşacağız. Neler okuduklarıma gelirsek… Belki önceki dönemlere oranla bu süreçte biraz daha roman, öykü okumaya ağırlık verdim. Polisiyeyle biraz daha haşır neşir oldum. Senaryo yazımıyla ilgili kitaplar aldım, biraz o alanla ilgilendim. Bir de Ferhan Şensoy külliyatındaki eksiklerimi tamamladım.