Sınırları zorlamak hoşuma gidiyor
MEHMET DENİZ’İN ÖYKÜLERİ: BİR LİSÂN-I TUHAF İLE MÜNASİP HİKÂYELER
Söyleşi: LİNA YALINÇAY
Kitabınızda dil ve anlatımda oldukça deneysel bir yaklaşım görüyoruz. Bu tarzı tercih etmenizin arkasındaki ilham ve düşünceler nelerdir?
Öncelikle şunu söylemek isterim, çoğu şeyi bilinçli bir tercihle yapmadım. Dil konusuna her zaman ilgiliydim, çocukken de yeni kelimeler öğrenmek, kelimeler arasında ilişki kurmak, neyi nasıl anlatırım diye düşünmek çok hoşuma giderdi. Zaman geçtikçe anlatının nasıl ortaya konduğu da ilgimi çekmeye başladı. Hikâyeler, çoğunlukla bir anda ortaya çıkan yapılardı. Bir ömür artı bir an belki de… Bu soruya verebileceğim bir diğer yanıtsa, bir sanat eserinin, genel anlamıyla bir yapıtın, klasik bir yaklaşımla iki ana unsuru olduğunu düşünüyorum; biçim ve içerik, ve de bu iki unsurun birbirinden ayrılamayacağını. Çok deneysel bir yazım tarzım ya da üslubum olduğunu düşünmüyorum, belki biraz yenilikçi diyebiliriz yalnızca. Sözcük ve kelime anlamı boyutunda, ancak özellikle sözdizimsel yapıda dille oynamak, sınırlarını zorlamak hoşuma gidiyor. Bu kitaptaki hikâyelerin hemen hepsi biraz tuhaf diyebileceğimiz fikir ya da olayların üzerine inşa edildiği için, dil de bu duruma uyum sağladı esasen. Yani kullandığım dil öykülerdeki konularla birlik içinde diyebilirim.
“Mensur Şiir” gibi öykülerde devletin sanatı kontrol altına alması teması dikkat çekiyor. Bu tür politik göndermeleri anlatılarınızda nasıl konumlandırıyorsunuz?
Geldiğimiz noktada temsili demokrasi denen sistemin tüm biçimleriyle çöktüğünü düşünüyorum. Bugün bu çöküşün tanıklarıyız. İdeolojilerden bağımsız olarak, hoş bugün dünyada kapitalizm dışında bir ideolojiden çok da söz edemeyiz ya, tüm devletler korkunç birer bürokratik diktatörlüğe dönüştü ve bu bürokrasilerin başında da güvenlik bürokrasileri bulunuyor. Devletler her an her şeyi kontrol etmek istiyor, nerede olduğunuzu, kimlerle konuşup görüştüğünüzü, ne düşündüğünüzü ki siz daha cesaret bile edemeden müdahale edebilsin, engel olabilsin; bir nevi ”Azınlık Raporu”. Sosyal medya yasakları, öğrencilerin tutuklanması, muhaliflerin sindirilmesi, halkın topyekün hizaya çekilmesi… Bu tür öykülerde ilk akla gelen Orwell’in 1984’ü, Huxley’nin ”Cesur Yeni Dünya’sı” ya da Bradbury’nin ”Fahrenheit 451” romanlarıdır. Ancak Orwell, Bradbury ve Huxley’nin, ayrıca devamında pek çok başka yazarın bu konuda önünü açan Yevgeni Zamyatin ve onun ”Biz” kitabıdır. Bu açıdan hepimiz Zamyatin’in paltosundan çıktık diyebilirim. Sovyet Devrimi’nin etkisiyle gelişen ve sanatın hemen her alanında muazzam atılımların olduğu bir dönemde, pek çok dönemdaşı gibi, hem oldukça avangart bir eser hem de geleceğe dair muazzam bir öngörü ortaya koydu. Benim öyküm de bu duruma bir tepki olarak düşünülebilir, bir anlamda saçmanın bağladığı… İnsan, pek çok şey olmanın yanında aynı zamanda politik de bir hayvan. Yazdığımız, düşündüğümüz hemen hiçbir şeyin, bırakın sanatı, din ya da ahlakı, sevginin, aşkın, sevişmenin biçimlerinin bile politika olmadan, ideoloji olmadan düşünülebileceğini zannetmiyorum, en azından bugün. Hemen tüm hikâyelerimde buna benzer göndermeler olduğunu düşünüyorum.
Öykülerinizde klasik hikâye yapılarından sıyrılarak postmodern tekniklere yöneliyorsunuz. Okur için bu tür deneysel anlatımların önemi nedir?
Maalesef post-modern tahliline katılamıyorum. Nedeni de öncelikle modern ve post-modern olarak iki ayrı yapıya inanmıyorum. Bugün post-modernite denilen şey kapitalist modernitenin zorunlu bir sonucudur kanımca. Post-modernite denince maalesef aklıma gelen tüm insanî değerlerin ayaklar altına alındığı, aşağılanıp yok sayıldığı, bireyin ve bireyin arzularının tabiri caizse kutsandığı bir dönem geliyor. Elbette, birey denen şeyi modernite tanımladı ve yarattı, bu açıdan oldukça iyi bir iş yaptı. Ancak uçlaşan, aşırılaşan her fikir ve akım gibi sonu vahim bir yere çıktı. Bence birey bu kadar önemli değil, olsa olsa sahilde bir kum tanesi. Ama içinde taşıdığı değer önemli, erdemleri, hayata katkısı önemli, insan olmanın kendisi önemli. Bireyle insan arasında büyük bir fark var ya da oluştu. Deneysel teknikler dediğiniz daha çok içimden öyle geldiği ya da bir duyguyu öyle anlatabileceğimi hissettiğim içindir. Duygu ve düşüncenin bir araya gelmesi; ama daha çok duygu, belki buna sezgi de diyebiliriz. Biçim ve yapı açısından şahane bir roman yazabilirsiniz, bir şablona oturtur yazarsınız ama ”ruhsuz” olma ihtimali yüksektir böylesi işlerin. Ya da aşırı deneysel bir şey yazabilirsiniz ama metnin temel gereksinimlerini karşılamadığınızda bu sefer de başka bir sorun ortaya çıkıyor, insanlar sizi takip edemiyor. Bence hemen her iyi anlatı, yapı ya da üslupta da bir parça yenilik barındırır. Benim yapmaya çalıştığım da biraz sınırları zorlamak, tuhaf hissettirmek, ayakkabıya taş, kafaya tilki sokmak ve de bir parça eğlenmek.
Anlatıcıların kimliklerinin çoğunlukla belirsiz, anonim olması sizce metnin anlamına nasıl bir katkı sağlıyor?
Anlatıdaki anonimlik üzerine çok kafa yorduğum bir konu olmadı açıkçası. Öykülerimi yayımlanmadan önce ve sonrasında okuyan kimi arkadaşlarımdan duyduğum için söylüyorum; karakterlerle rahat özdeşim kurduk dediler. Bu durum bir anlamda hem hiç kimseyim, hem de herkesim demek sanırım; banktaki emekli, manastırdaki rahip, tapu dairesindeki komisyoncu, bazen bir deli, ama çoğu durumda hemen her tarih ve coğrafyada var olmuş sıradan bir insan. Anlatıcının özel bir birey ya da ”kahraman” değil, muhtemelen yanından her gün geçtiğimiz birisi olduğudur.
Kitabınızda mizah ve hiciv ögeleri sıkça kullanılmış. Sizce mizah, ağır temaları işlerken anlatıya nasıl bir etki katıyor?
Dil dediğimiz şey bence doğası itibariyle oldukça mizahî bir yapı, çünkü olmayanı anlatıyor, hatta yaratıyor. Dil ile şizofreni arasında bağ kuranlar var, çünkü gerçekliği bir anlamda ikiye yarıyor. Dil, gerçekliği -hoş bu da çok tartışmalı bir konu elbet- aslında tam olmayan, olamayan bir şekilde yeniden yaratıyor, inşa ediyor. Gerçek karşımızda duruyor ama biz onu tam olarak anlatamıyoruz. Maalesef hiçbir anlatım bir şeyi, nesneyi, kavramı ya da olguyu tamı tamına tarif edemez. Her zaman boşluklar kalacak dilde ve anlatımda. Dil, tanım, anlam ve anlatım hep eksiktir, arzunun eksik nesnesi gibi. Bu inşa ya da yeniden inşa sürecinde de mizah, hayal, kurgu hızlıca öne çıkıp boşlukları dolduruyor gibi geliyor bana. Bu yapıyı elimden geldiğince kullanmaya çalıştım diyebilirim.
Gelecek yazın projelerinizde de dil ve anlatımda deneysel tutumunuzu sürdürecek misiniz Okurlarınızın sizi nasıl bir yolculukta görmesini istersiniz?
Şu an üzerinde çalıştığım bir hikâye kitabım daha var, hatta neredeyse bitmek üzere. O da bu minval ve üslup üzerine diyebilirim. Oldukça benzer, tuhaf ya da garip olarak tarifleyebileceğim durum ve fikirler üzerine kurulu. Bir parça Galip Tekin’i andırıyorum kendime. Sonrasında bir roman projem var. Anadolu tarihi ve mitolojisi üzerine kurulu bir roman olacak. Bu roman için çok heyecanlıyım, umarım 2026 yılına yetişir.