O yıllarda çok fazla çocuk vardı. Çok az şeker yediğimizden biliyorum bunu. Avlulu evlerde yaşıyorduk ve Kızıltepe’de tek tük apartman vardı. Bina nedir bilmezdik ama binaenaleyh diyen şapkalı bir adam vardı ülkede. Şimdi bile bu sözcüğü tek seferde doğru söyleyemiyorum ama o yıllarda bir evin kapısına varmak bu sözcük kadar çok merdivenli bir şey değildi.
Özellikle bayramlarda çocuklara tanınan bir imtiyaz vardı. Sadece mahalledeki komşu evlerin değil, semtin en ücra evinin bile kapısını çalabiliyor ve bir şey söylememize gerek duymadan şekerimizi ev ahalisinin elinden alabiliyorduk. Genellikle çocuklar, önceden hatta çok önceden hatta bir bayram öncesinden anlaştıkları arkadaşlarıyla bir grup kurarak dolaşır ve yolda başka tanıdık gruplarla karşılaşırlardı. Şekeri, şekerlikten değil elden alıyorduk.
Çünkü kalabalıklar halinde evlere giden çocuklardan bazıları, şekerlikten bir şeker yerine bir avuç şekeri almaya çalıştıkları ve az şeker yeme açığını bu şekilde kapatacaklarını düşündükleri için büyüklerin bu duruma karşı aldığı bazı önlemlerle karşılaşıyorduk.
Çocuklara verilen şekerler genelde çocuk şekeri diye alınmış, yükte hafif, pahada ucuz, niteliksiz, sadece emilebilen hatta bir süre sonra buna çok fazla tahammül etmeyeceğini düşünüp dişlerinin arasında kırarak yediğin cinsten bir şeydi.
Kendi akranlarıyla dolaşmayı kendine yediremeyen ve büyümekte fazlasıyla sabırsız davranan başka çocuklar da vardı. Genellikle abileriyle veya babalarıyla dolaşır, o dönemlerde adına “adam şekeri” denilen daha nitelikli şekerler hatta çikolatalar toplarlardı.
Ama yetişkinlerin tanımadıkları evlere gitmeme gibi bir görgüleri olduğu için o çocukların toplayabildikleri şeker miktarı da gidilen ev miktarına göre belirleniyordu.
Dolasıyla o arkadaşlar az şeker toplarlardı. Çünkü yetişkinlerin başka işleri vardı.
Çocuklarda aynı zamanda evlerin bir önceki bayrama ait şeker bilgileri vardı. Evler öyle hemencecik değişmezlerdi. Bir sonraki bayram da yine o evi görebiliyordun o yıllarda.
Kendi grubumuzun dışındaki başka bir grup gitmek üzere olduğumuz bir evden çıktığında, aldıkları şekerin tipini sorabiliyorduk kendilerinden. Niteliksiz şekerin de daha niteliksizini verdiklerini görünce zaten daha birçok seçeneğinin olduğunu bilmenin şımarıklığıyla bazen o eve gitmeme gibi bir konforu da kullanabiliyorduk.
Erkek çocukları poşetlerle dolaşırlardı. Şeker elden verilirdi ancak ele verilmezdi. Şekerini, ağzını açtığın poşetinin içine koyarlardı. Kızların ise çantaları vardı ve daha renkli kıyafetleri ve örgüleri ve daha sevecen bayram kutlama sesleri. Evlerdeki ilgiyi en çok onlar toplardı, şekeri ise erkekler.
Fakat bazı evler vardı, çok dolaştığın takdir de bulabileceğin evler. Ne de olsa “Nadir olan, bizim onu bulmamız için vardır.” der Heidegger.
Çocuklara “adam şekeri” verirdi o evler. Hem de şekerliği sana doğru uzatarak ve üstelik şekeri alışını sevgiyle izleyerek. O yıllarda bu jestler, seni bir çocuk olmaktan çıkarıp “adam” ediyordu. Şekerlikten nazikçe bir tane şeker bazen de bir çikolata alabiliyordun, tıpkı adamların yaptığı gibi. Çikolata… Nadir diyemeyeceğin kadar nadirdi.
Çikolatanın sarıldığı ambalajın özenine benzeyen bir özenle, onu, içinde bir sürü benzer şekerin olduğu poşete koymak yerine cebine koyardın. Sabah evden çıkarken sana verilmiş harçlığın yanına.
Öğle yemeği saati yaklaşınca bütün memleket başka bir törenin hazırlıklarını yapmaya başlayacağı için senin de elini biraz çabuk tutman gerekirdi ama. Sabahın köründe başladığın ve dur durak demeden gittiğin evlerin sayısını çoğaltman gerekirdi. Çünkü öğle yemeğine ya da ziyafetine oturmuş birinin senin için sofradan kalkıp şeker vermeye gelmesi bazen sevimsiz olabiliyordu ikiniz için.
Cebindeki çikolatanın orada durduğundan emin olmak için arada bir kendini yokladığın zamanlardı. Güzel şeyler bazen sessizleşebiliyorlar. Sağlıklı organın kendini hissettirmemesi gibi.
Eve dönerken, kendi evine, salonda herkesi bir arada göreceğinden emin olduğun için hiçbir yoklama yapma ihtiyacı duymadığın o eve dönerken, adamdan sayıldığının bir ispatı olan çikolatayı gösterirken alacağın tepkileri ve yaratacağın şaşkınlığı düşündüğün yıllardı.
Paranın eriyen bir şey olduğundan bahsedilmeyen yıllardı. Eline cebine attığında onu gerçekten koyduğun gibi bulabiliyordun da aynı şey güneşin altında seninle yürümüş şekerin için geçerli olmuyordu. Onun eridiğini ve özenli ambalajından taştığını fark ediyordun.
Ev ahalisi, üzülme diyordu sana. Dolaba koyacaklarını, biraz soğuttuklarında onun eski haline geleceğini söylüyorlardı. Olur diye bekliyordun, olmuyordu. Amorf bir şey olarak çıkıyordu dolaptan. Dolap sanki huysuz bir ev sahibi gibi davranmış oluyordu ona ve sana.
Sonra, yaşayacağız diye bir şeyin çok cömertliğinin tuttuğu bir anda bize verilmiş, hani nadir bir şeyden aldığımız, istersen Tanrı de ona, istersen hayat, o günü, tam da o günü, diğerleri gibi olmayan o günü, nerede saklıyoruz acaba? Ve onu en uygun olan hangi yerde geçirmeyi, kimlere göstermeyi, hatta kimlerle paylaşmayı düşünüyoruz saklarken?
Ve onu hangi güneşin altında, tıpkı o şekerler gibi birbirlerine benzeyen hangi günleri kazanmak adına hep biraz daha bekletiyoruz?
Ve o nasıl eriyor?
Ve bizi teselli etmek için kimler onu hangi ecza dolabına koyuyor?
Ve kaç antidepresandan, kaç seanstan sonra onu eski haline getirdiklerini iddia edip veriyorlar bize?
Biz ona bakıp ne diyoruz?
O bize yamulmuş haliyle bakıp bir şey söylemeden evvel?