Yaşar Kemal, ülkemiz edebiyatının en büyük romancılarından biriydi. Belki de en büyüğüydü… Ülkemizin demek de haksızlık olur aslında. O dünyaca ünlü bir romancımızdı. Eşsiz anlatımı, tadına doyum olmaz romanlarla buluştururdu bizi. Anlattıkları birer destandı adeta. Şimdi bizi öksüz bıraktı. Ardında kalanlarla yetinmek zorundayız. Ölümünün ardından bir daha böylesi destansı kitaplar okuyamama endişesine kapılmıştım. Ta ki “Sus Barbatus”a kadar.
Dışarıda soğuk bir hava var. Malum, kış mevsimi… Fakat içerilerden hissedilmiyor bu soğuk. Hissedilmiyor da içim neden üşüyor, diye düşünüyorum bir yandan. İliklerime kadar hissettiğim bir serinlik bu. Ya da başka bir deyişle bir iç üşümesi. Titreme falan da söz konusu değil. Sonunda bunu yaşatanı buluyorum. Elimdeki kitap. “Sus Barbatus.” Faruk Duman’ın başka romanlarını da okumuştum daha önce. Fakat bu başka. Daha en baştan bunu fark ediyorum. Yazar da böyle istedi muhtemelen. Okurları en baştan kendindeki değişimi görsünler hissetti. Bugüne dek kullandığı dil ne denli özenli olsa da anlatımı farklı olsa da bu defa başka. Bu defa kendi kuşağından da kendinden öncekilerden de ayrıştırmış kendini. Yeni bir Yaşar Kemal olmuş sanki. Durup düşünmeden edemedim; ustanın yerini doldurmak kolay değil ama yeni bir Yaşar Kemal doğar mı yeniden?
“Sus Barbatus” bir kış masalı. Anadolu’nun ücra bir köşesi. 1979 kışı. Ç.’nin köyleri kar altında. Amansız kar fırtınası tüm yolları kapamış, Ç. Gölü donmuş. Kimi evlerde yenecek bir lokma ekmek yok. Kimi bir köşede donup kalacağına aldırmadan, para kazanma hayaliyle ormanda büyük bir domuzun peşine düşmüş. Kimi gençler güzel bir dünya yaratma umuduyla A. Dağları’nın eteklerindeki ormanda faaliyet yürütüyor. Kimi vurulmuş, kimi köyde mahsur kalmış… Bu satırları okurken gözümün önünde canlanıyor coğrafya. Oralarda hiç yaşamasam da böylesi soğukları ömrüm boyunca görmemiş olsam da sanki birer anı şeridi gibi geçiyor gözümün önünden. Bunu da anlatımın canlılığına, sahiciliğine, inandırıcılığına bağlıyorum. Okumuyor yaşıyorum adeta kitabı. Ve bu sahici anlatımda şu satırlarla irkiliyorum: “… İnsan hep acıkır. Hoş öbür canlılar da öyle. Ama başkalarına oranla insan daha derin, daha doyumsuzca acıkır. İnsanın sadece karnı değil, ruhu da acıkır. Hırsları da. Sevgisi de. Yani abartmayayım da insan kendisini ve de soydaşlarını yemeden duramaz. Hem de durmak da istemez. Oysa evrende hiçbir şey olmadığını bilmenin insana sadece acı vermesi gerekirdi değil mi? Hayır. Bu bilgi onu daha çok acıktırır. Öğrendikçe acıkır, acıktıkça öğrenir ve sonra çaresizce yine acıkmakla doymaya çalışır…”
Faruk Duman insanıyla, domuzuyla, kurduyla, kartalıyla acımasız doğayı ve yaşam döngüsünü kendine has bir dille ama Yaşar Kemal gibi anlatıyor. Masalsı bir dille… Destansı bir dille…
Önümüzde uzun bir yıl var, neler gelir neler okuruz bilemem ama şunu da söylemeden edemem. “Sus Barbatus” bu yılın en iyi romanı olmaya adaydır. Gelecek adına umuttur bir bakıma da. Yayınlanan çeviri kitapların sayısının telif kitaplardan daha fazla olduğu bir dönemde umudu tazelemiştir. Romancılığımız için yeni bir eşiktir.
Yazıyı yine kitaptan etkileyici satırlarla sonlandırayım. “Birden bir ışık patladı, tepenin arkasından bir ışıltı koptu yükseldi, yükselince de bu parıltının içinde dolu gülleleri daha aydınlık göründü. Kayalıkların tepesinden bir kartal yuvarlandı. Dünyada bir kartalın, kayalıkların tepesinden çaresizce, patırtılar çıkararak yuvarlanmasından daha korkunç bir şey yoktur.”
Mehmet Özçataloğlu