Edebiyat piyasası her gün biraz daha genişliyor. Yeni çıkan kitaplara yetişebilmek olanaklı değil. Yetişebildiklerimizi bile okumak hayli güç. Daha çok okumak için daha az sosyal yaşam, demek kaçınılmaz. Peki, bu piyasanın içine girebilen, girip de tutunabilenler kimler? Yazdıklarında belli bir niteliğe sahip olanlar haliyle tutunabiliyorlar da o niteliğe erişemeyip de tutunanlara ne demeli? Bir şey söylenemiyor. Aksine yersiz övgülerle yere göğe sığdırılamayan sözlerle, yazılarla öne de çıkarılıyorlar. Böyle bir edebiyat piyasamız var işte. Kişisel ilişkilerini kullanarak kitaplarının basılmasını sağlayanlar, yine o kişisel ilişkileri sayesinde yazdıklarını da övdürüyorlar köşe taşı yayınlarda. Bunda merkezde olmanın, yaşamanın da etkisi yüksek. Bir de taşrada yaşam mücadelesi verenler var. Eli kalem tutsa da yazdıkları nitelikli olsa da kendilerini ortaya çıkaramıyorlar. Neden? Çünkü taşra, üzeri taşlarla örülü bir dünya. O taşları kırıp filiz vermek, boy göstermek zordur.
Sırlıkuyu’yu okumaya başladığımda kafamda ilk beliren soru “Neresi bu Sırlıkuyu” oldu. Gerçek anlamda var olan bir yerleşim yeri miydi yoksa kurgunun ta kendisi mi? Okudukça bu sorunun yanıtını sanki filmlerde izlemişim hissi çöktü üzerime. Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu”sunda yer alan Keskin gibi, “Ahlat Ağacı”ndaki Çan gibi… Bunun nedeni yazarın görsel olarak bunu ortaya koyması değil, kurgunun tıpkı filmler gibi ağır ağır ilerlemesidir. Ama şu bir gerçek ki Sırlıkuyu’dan bir Nuri Bilge Ceylan filmi gibi haz aldım.
Arka kapaktaki şu satırlar bir iç döküş gibi: “Aklım erdiğinden beri türkü dinlerim. On yaşımı geçtiğimden beri şiir yazarım. Tek bir günüm yok ki türkü dinlemeyim, kalem tutmayayım. Bir gün geldi, tek kelime yazamadım. Ertesi gün oldu, yine aynı. Yürüdüm sokaklarda, sabahlara kadar türkü dinledim, kitap okudum olmadı. Beş yıl, tam beş yıl tek kelime yazamadım. Bir sabah uyandım, gün yeni ağarırken her zamanki gibi türkü dinlemeye koyuldum. Sözcükler birer birer döküldü dilimden, tek bir mısrada bile takılmadan uzunca bir şiir yazdım. O gün anladım ki ne insan esirdir zamana ne de zaman esirdir insana. Çünkü benim zamanımdı o. Yalnızca benim… Ve o gün anladım ki insanın esir olmadığı tek şey esaretin kendisiydi. Çünkü insan sevdiğine esir, sevmediğine düşmandı. Yine o gün anladım ki insan ne kadar esirse o kadar hürdü. Çünkü esaret arttıkça hürriyetin kıymeti de artıyordu. Ve o gün anladım ki insan bedeniyle esirken ruhu hür, ruhu hür iken bedeni esir olmazdı. Çünkü insan ruhtu, balçık zayıftı.”
Sırlıkuyu’yu bitirip kapağını kapattığımda kafamda hâlâ aynı soru dönüyordu. “Neresi bu Sırlıkuyu?” Yanıtı yine kendim verdim. Bir taşra yalnızlığıydı!