“Günlükten Dökülenler/2”
17.1.2018
“2 207 520 000 saniye. İşte Bay Fusi, sizin elinizdeki bütün sermaye bundan ibaret.”
Ömür dediğimiz nedir ki? Hepi topu bu sayı kadar işte. Başla saymaya, bittiği yerde ömür de bitiyor. O da eğer bu sayıya kadar sayabilirsek. Yoksa nefes yetmeyebilir de.
Peki, ne yapıyoruz? Başı sonu belli bir zaman diliminde, bize verilen bu zamanı nasıl değerlendiriyoruz? Michael Ende’nin Momo’sunu okurken kafamda bu soru dönüp durdu.
Momo, zaman kavramı üzerine yazılmış harika bir kitap. Ende’nin diğer kitaplarını da mutlaka edinip okumalıyım. İşte, benim yaptığım da tam olarak bu aslında. Okumak. İçime sığmayanları da yazıya dökmek. Özellikle son 3-4 yıldır hayatımın en kısa özeti. Okumak ve yazmak! Bütün her şeyim bu temel üzerine şekilleniyor. Uyku saatlerim dâhil.
Eğer şansım varsa ve 2 207 520 000 saniyelik zaman dilimini doldurabilirsem ardımda bırakacağım tek iz okuduklarım ve yazdıklarım olacak sanırım. Bu sayede okuttuklarım da diyebilirim, biraz.
19.1.2018
Soğuk bir İzmir sabahına uyandık bugün. Çocukların karne heyecanını yaşadıkları gün. Eskisi gibi heyecan da duyuyorlar mı bilmiyorum ama yine de karne işte.
Hüseyin Güney’le başladım güne. Adını çok duymuştum fakat okuyamamıştım. Aldı çocukluğuma götürdü beni. Sanki o günlerdeyim ve okuyorum bu kitabı. Yani eskide kalmış biraz. Çağdaş çocuk edebiyatının dışında örnekler bunlar. Günün çocukları çok daha fantastik bir dünyada yaşıyorlar. Bizden çok farklı onlar. Dolayısıyla günümüz çocuk edebiyatı yazarları bu kuşağı yakından takip etmeliler. Genç kalemler için iş kolay fakat eski tüfekler geride kalıyorlar artık. Yazarın dili ve anlatımı güzel. Kurgu yetersiz ve sözcük seçimleri yanlış. “yeğnildiğini”, “ivedi ivedi”, “öngünü” gibi sözcükler çocuklar tarafından yadırganacaktır.
20.1.2018
Uzun sayılabilecek bir süre sonra baba evindeyim. Doğduğum, büyüdüğüm ev değil burası fakat öyleymiş gibi heyecan veriyor hâlâ. Eşyalar da değişmiş olmasına rağmen… Değişmeyen şeyler de var tabi. Oyuncaklarım örneğin. Birçoğunu eleyip elden çıkarmış olsam da hâlâ sakladıklarım var. Elime aldıkça edindiğim günlerdeki heyecanımı yaşıyorum yeniden. Kurduğum oyunlar geliyor aklıma. Bir de kitaplarım var. Hem de ilk kitaplarım. Okuma-yazmayı Cin Ali dizisiyle öğrenmiştim. Demek ki bunlar hemen ardından gelenler. 1987’nin başı olmalı. Onlardan da bir kısmı yok artık elimde. Bir dönem oğlumun elinden geçti bu kitaplar. Sakladığım yerden alır, oynardı, okurdu. Şimdilerde kızımın elinde. Zaman zaman okutturuyor, zaman zaman oynuyor. Otuz bir yıldır hep yanı başımda oldu kitaplarım. Bir otuz bir yıl daha saklayabilir miyim ki? Çocuklarımın çocuklarına da gösterebilir miyim? Ne güzel olurdu!
27.1.2018
Alışık değilim bu mevsimde Ankara’nın böyle kupkuru olmasına. Ayak bileğimize dek kara batardık burada. Ama bozulan her şey gibi iklim de bozuk artık. Kar yok, yağmur bile yok. Sadece kuru bir soğuk var. Yolda telefonum çalsa çıkarıp konuşurken parmaklarım kalıp gibi kalıyor.
Cortazar’ı okumaya devam ediyorum hâlâ. “İnsan sürekli değişir” diyor bir öyküsünde. Değişimin gerçekleşmesi için de okumak gerek diye düşünüyorum. “Mancuspia” sözcüğüne rastlıyorum yazdıklarında. Esas olarak böyle bir sözcük yokmuş. Bu Cortazar’ın önemli özelliklerinden biriymiş, metinlerinde kendi uydurduğu sözcüklere yer vermesi. Bu sözcüğü de profesör dostu Ireneo Fernando Cruz’la birlikte uydurmuş. Kalan kısımda nelerle karşılaşacağımı merak ediyorum açıkçası.
30.1.2018
Farklı bir disiplini varmış günlük yazmanın. Hele bir de duygusal döküm değil de çalışma notlarından, alıntılardan oluşacaksa iskeleti. Geride kalan iki günün üzerine uyuduktan sonra yazabildim ancak. Açıkçası ürktüm biraz bu disiplinden. Ama bir yandan da mutluyum yazmak için zorluyor. Zaten yılın başında amacım buydu. Her gün birkaç satır yazabilmek!
02.2.2018
Bir koşturmacadır ömrüm geçip gidiyor işte. Her gün aynı tempo, her gün benzer şeyler. Adına yaşam diyoruz bunun. Akıp gidiyor işte.
Tüm bunların içerisinde dileğim sağlıklı olmak ve hep kitaplarımla kalmaktır. Bir soluk alma seansı kitaplar benim için. Yeryüzünün bütün yorgunluklarından uzaklaşma, kirinden arınma…
Yeni bir şairle karşılaştım bugün. Önder Çolakoğlu. Suskun kaldığımız anların haykırışı Çolakoğlu’nun şiirleri. “Alacakaranlık mevsimde/ Kanaması başlar ergen kız çocuğunun/ Ellerinde bez bebeklerin cesetleri .” Dizeleriyle sarsıyor, silkeleyip atıyor okurunu.
Kitaplarla izole ettiğim bir yaşamım var. İyi ki de var. Böyle düşündüğüm anlarda Umberto Eco’nun şu sözlerini anımsıyorum: “Bizler kitaplar için yaşıyoruz. Kargaşa ve yozlaşmanın egemen olduğu bir dünyada hoş bir görev bu.”