Şeyma Subaşı: Sizi ilk önce Büyük Saat’in Vuruşu adlı kitabınızla tanıdım. Şiir ve anlatı ilişkisini Turgut Uyar şiiri üzerinden incelediğiniz bir eserdi bu. Akademisyen yönünüz edebiyatla olan ilişkinize ket vurmuyor. Hatta olumlu bir etkisi olduğu aşikâr. Bu dengeyi kurmayı nasıl başarıyorsunuz?
Mehmet Sümer: Doğrusu akademisyen olmakla şair-yazar olmak arasında zannedildiğinin aksine birbirini besleyen değil, birbirini engelleyen bir ilişki var. Şair olmak, yani edebiyatı akademik bir inceleme konusu olarak değil bir estetik konusu olarak görmek, metinlerle öznel, duygulara dayalı bir ilişki kurmak demektir. Oysa akademisyenlik bu tür bir ilişkiyi reddeder. Metinleri, okur öznenin duyguları dışında başka türlü nesnel durumların tanığı veya delili olarak konuşturmak ister. Her meseleyi kendinizi aradan çıkararak değerlendirmeyi dayatır. Ayrı bir konu ama şunu da söyleyeyim ki bu kendini aradan çıkarma işi giderek akademisyenlerin kendi kültürlerini, kendi medeniyetlerini de aradan çıkarak adeta yapay bir uzayda konuşmalarına neden oluyor. Sizin metinler karşısında duyduklarınız, kendi üslubunuz, şahsi yaklaşımınız hoş görülmüyor, küçümseniyor. Ben bu ikilemi akademisyenliği bir ödev gibi değil de kendi entelektüel sorularıma bir çözüm bulma uğraşısı olarak görerek aşmaya çalışıyorum. Bahsettiğiniz Turgut Uyar hakkındaki kitabım da şiir yazarken çok sık duyduğum “modern şiirde tahkiye olmaz” biçimindeki bir yargıyla hesaplaşma çabasıydı. Yani bir bakıma akademisyen olarak da aslında kendi sorularıma cevap arıyorum. Hiçbir zaman ödev duygusuyla akademisyenlik yapmadım. Zaten entelektüel meselelerde ödev duygusuyla iş yapılabileceğine inanmıyorum.
Şeyma Subaşı: Sizin şiirlerinizin de yer yer anlatıya kaydığı söylenebilir mi? Bunu bir eksiklikten ziyade zenginlik olarak mı açıklamak gerekir?
Mehmet Sümer: Büyük Saat’in Vuruşu’nda da ortaya koyduğum gibi anlatı tıpkı anlam gibi kaçınılmazdır. Lirik olsun epik olsun her metin anlatıdan kaçınamaz. Ama bazı metinlerde anlatısallık baskın özellik olabilir ve o tür şiirleri anlatısal veya anlatımcı şiir olarak niteleriz. Kasdınız buysa, böyle anlatısal şiirler yazmak gibi bir arzum olmadığı halde haklı olduğunuzu söyleyebilirim. Ama sanırım bu da şiirlerin uzun oluşuyla ilgili bir zaruret. Uzun olan her şiir, Turgut Uyar’ın deyişiyle bir omurgaya ihtiyaç duyar. Bu omurga ya düşüncedir, tezdir veya anlatıdır. Şiirlerimdeki anlatı havası, bu kitaptaki şiirlerin nispeten uzun oluşlarıyla ilgi olmalı, yahut da benim öykülemeye yatkın bir tabiatım var. Meseleleri bir öykü havasında işlemeyi seviyorum. Bunu eksiklik veya zenginlik konusu olarak değil de metnin tekevvünüyle açıklamak gerekir. Her metin başka biçimlerde tekevvün eder. Bazı metinler bir duyguyla gelir ve çarpıp gider. Bazı metinlerse öyküyle gelirler. Bu kitabım sanırım öyle oldu.
Şeyma Subaşı: Bir Gökyüzüne Önsöz çıkalı çok az bir zaman oldu. Kitaba adını veren şiirde sabaha kadar elleri Allah’la konuşan bir anne var. Şiir öznesinin duaya ve şifaya ihtiyacı olan bir karakteri işaret ettiğini görüyoruz böylece. Sadece gökyüzüne değil insanlığın ağrısına bir önsöz bu şiirler belki de. İnsanlığın şifaya ihtiyacı olduğu bir dönemde manidar geliyor bana bu ifadeler.
Mehmet Sümer: Aslında bütün mağdurlar, bütün mazlumlar, bütün madunlar yüzlerini göğe çevirirler. Gök, insanda aşkın olana duyulan ihtiyaçtır ve bu ihtiyaç, çaresizlik zamanlarında daha da artar. Şunu kabul edelim, yeryüzünde yarattığımız muazzam düzen, ışıltılı medeniyetimiz, gelişmiş bilimimiz insanın iç sıkıntısına çözüm olamıyor ve bütün imkânlarımızla göğün kudreti karşısında çaresiziz. Bildiklerimizin göz kamaştıran enginliği, maalesef bilmediklerimizin sınırı hakkında bize bir fikir vermiyor. Kendi gücümüzün yanılgısıyla sarhoş durumdayız. Bize sınırlarımızı, çaresizliğimizi, acziyetimizi ancak olağanüstü durumlar fark ettiriyor. Yaşadığımız son koronavirüs felaketi bize bunu gösterdi. Herkes bir anda Nemrut kıssasındaki sineğin bir mecaz olduğu, çok küçük bir organizmanın insansoyunun bütün saltanatını yerle bir edeceği konusunda bir aydınlanma yaşadı. İşte gökyüzüne önsöz, benim ve benim gibi bütün insanların sonsuz olana, metafiziğe duyduğu ihtiyacın bir ifadesi.
Şeyma Subaşı: Kitapta önemli bir imge gökyüzü. Bu şiirde de mahşer ifadesinin kilit bir ifade olduğunu düşündüm. Hatta Ayrıntılı Bir Yağmur’daki mahşer tasviriniz ve göklerin hiç bu kadar açıklama yapmadığından bahsedişiniz çok anlamlıydı. Son zamanda yaşananları baz alırsak şimdilerde tam olarak böyle değil miyiz?
Mehmet Sümer: Evet, aslına bakarsanız o şiiri yazdığımda son yaşadığımız olaylar henüz gerçekleşmiş değildi. Ama uzun yıllardır göğün çok ayrıntılı açıklamalar yaptığını düşünüyorum. Dünyamız büyük felaketleri haber veren sinyallerle yankılanıyor. İnsani düzlemde yaşanan büyük acılara, katliamlara, göçlere, açlık ve sefalete doğal felaketler eşlik ediyor. Lamartine diyordu sanırım: “Ah, felaket, hiçbir zaman yalnız gelmez.” Belki de bütün bu doğal felaketleri de insani felaketler çağırıyor. Çok büyük krizlerin eşiğindeyiz. Yaşadığımız dünyayı kendi ellerimizle cehenneme çevirdik. Bütün ışıkların, alkışların, gürültülerin ortasında göğün ayrıntılı açıklamalarını hangi kulaklar duyabilir? Mevlana’nın deyişiyle “sırrım iniltimden uzak değil, gelgör ki ne gözde ne kulakta onu duyacak nur var.” Belki bu şiirler, gözümüze fer kulağımıza nur olsun diyedir. Sizin ifadenizle “şifa”ya ihtiyaç duyduğumuz şu zamanlarda sadrımıza şifa olsun diyedir. Söz yaraya yaramıyorsa, yormaya lüzüm var mı?
Şeyma Subaşı: Şiirlerde şu çok net hissediliyor. Sizin deyiminizle yazgısı vaktin zuhuruna yetişemeyen insan ya da insanlar var. Ben bunu şöyle de yorumluyorum. Hz. Ömer’in bir sözüyle. Hatta şu an yaşanan salgınla da ilintilendiriyorum. Hz. Ömer’in Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçmaktan bahsettiği o söz. Oturduğu koltuğu bile incitmemek isteyen birine bir şeyler çok görüldüğünde dünyanın dengesi altüst oluyor. Tam bu noktada yaşayanlar, ölenler, gökler dahi inciniyor. Siz ne dersiniz bu benzetme için?
Mehmet Sümer: Evet, bir yönüyle bu şiirler yazgısı vaktin zuhuruna yetişemeyen insanları anlatıyor. Koşulların eşitce, özgürce yaşamasına imkân vermediği insanları. Hayatın gürültüsü içinde acısını duyamadığımız insanları. O insanlar ki göğün yarasına dokunmadan uçan kuşlar gibi yaşarlar aramızda. Ama kim duyabilir onları? Belki de dediğiniz gibidir gerçekten. Yani onlara bir şeyler çok görüldüğünde dünyanın öteki yarısı nasıl huzur içinde yaşayabilir? Akdeniz kıyılarına çocuk bedenleri gelip vurduğunda kılı kıpırdamıyorsa kimsenin nasıl bir dünya bekleyebiliriz? Yerkürenin bir ucundan öte ucuna insanlar aşlarına, ekmeklerine kadar sömürüldükten ve oraarda tefrika körüklenerek savaşlar çıkarıldıktan sonra yerkürenin diğer ucunun bu işlerden etkilenmeden kendi saltanatıyla sürüp gideceğine nasıl ihtimal verebiliriz? Yaşadıklarımızın sebebini, başka yerlerde değil yaptıklarımızda arayalım.
Şeyma Subaşı: Şeylerin Düzensizliği şiiri modern sosyologa bir yergi barındırıyor. Şeylerin düzensizliğinden bahseden Foucault’nun bildiklerinin yanında bilmediği şeyler de çok aslında. Yerine başka filozofları koymak da mümkün. Doğu- Batı ikileminde bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz?
Mehmet Sümer: Modern bilim adamı bilgiyle hayatın bütün fenomenlerini denetim altına alabileceğini ve her şeyi düzeltebileceğini düşündü. Fikret gibi “bir gün yapacak fen şu siyah toprağı altın inandım” dedi. İşte bilimin kömürü elmasa çevireceğine inananlar, fenomenlerin çalışma disiplinini ortaya çıkararak her alandaki sistemin işleyişini tespit etmek için uğraştılar, uğraşıyorlar. Auguste Comte “bilmek önceden görebilmek içindir; önceden görebilmek de düzenlemek içindir” der. Çoğu zaman sistemin işleyişini tespit etmek de başka amaçlar için sistemi çalıştırma arzusu doğurur. Nitekim modernizmin krizleri biraz da buradan doğuyor. Sistemin işleyişini tespit eden insan, onu kendi amaçları için ve ölçüsüzce kullanmaya başladığında doğanın ve insanlığın dengesi bozulmaya başlıyor. Bunlar ayrı bir tartışma konusu ama orada asıl üzerinde durmak istediğim konu şu: Modern bilim adamının veya filozofun tespit ettiği düzenle insanın hissettiği bir değil. İnsanın ızdırabını ıskalayan hiçbir bilimin, hiçbir bilginin itminan yaratma şansı yok. Yaşadıklarımızın düzeni ne olursa olsun bireyin, tek tek canlıların hissettiğini gözden uzak tutamayız. İşte sanatın, şiirin rolü burada devreye giriyor. Bütün canlıları hesaba katan, hayatın başka dengeleri olabileceğini göz önünde tutan ve onlar adına düşünen, onlar adına hisseden sanattır. “Şeylerin düzeni”nden söz edenlere karşı şeylerin o kadar da düzenli olmadığını veya düzenin modern sosyologun zannettiği gibi olmadığını düşünüyorum.
Burada şunu da söylemek isterim ki aslında orada Foucault’yu veya başka birini bilgisizlikle suçlamak değil meramım. Bilimin ve felsefenin tezleri ve teorileri insanın acısına çözüm olamıyor. Asıl mesele budur kanımca. Yoksa Foucault’ya, Said’e, Derrida’ya ve Batı tasallutunu eleştiren diğer düşünürlere çok şey borçlu olduğumuzu ifade etmek isterim. Bize tek aklın, tek doğrunun, tek anlayışın dayatıldığı bir çemberi onlar kırarak madunların da konuşabildiğini gösterdiler. Ama işte o tasallutu kırarken başka bir tasallutun kurulmasına engel olamadılar.
Şeyma Subaşı: Peki biraz da Şarki’den bahsedebilir miyiz? Derginizde çok kıymetli dosyalar hazırlanmasına rağmen yakın zamanda dergiyi kapama kararı aldınız. Şarki ile geçen güzel hatıralarınız vardır muhakkak. Manifesto niteliğinde ve okuru düşünmeye iten bir kapanış yazısı da var dergide. Direnmenin güçleştiği bir ortamda ayakta kalamayan dergilerin aslında gerçekte kapanmayıp başka bir formda tekrar çıkacaklarını ümid etmek masumane mi olur?
Mehmet Sümer: Son zamanlarda hepimizi meşgul eden konuya atfen diyeyim ki dergicilik de bir virüstür aslında. İyi tarafı insandan insana bulaşmaz. Bazı bünyeler onu kendi içinde taşır ve ölene kadar da ondan kurtulamazlar. Ben daha üniversite öğrenciliğimin ilk yıllarından itibaren dergi çıkarma arzusu duyuyordum. Şarkî, bu arzunun olgunlaştığı yerde ve elbette bazı arkadaşlarımın büyük özverileriyle ortaya çıktı. Şarkî, yapmak istediklerinin ancak bir kısmını yapabildi ve her fani gibi ömrünü tamamladı. Fakat belki başka bir vakit yeniden doğmaya vesile olsun diye de bazı şeyleri yarım bıraktı. Daha önemlisi içimizdeki dergicilik virüsü ölmedi. Aksine daha güçlendi, bazı güçlüklere karşı bağışıklık kazandı. Yeniden ne zaman tekrar depreşir bilemiyorum. Fakat bu süreçte şunu öğrendim: Türkiye’de dergicilik, deliliktir. Bir ağabeye dergiciliğin deliliğin bir adım öncesi olduğunu söylemiştim de yanıldığımı, deliliğin bir adım ötesi olduğunu söylemişti. Siz de dergicisiniz, Butimar’ı çıkarıyorsunuz ve dergiciliğin bütün zorluklarını yakinen biliyor ve yaşıyorsunuz. Sanırım bu dediklerime hak vereceksiniz. Dergicilik, evet, büyük bir özveri gerektiriyor, ama bu özveri de tek başına yeterli olmuyor. Bir edebiyat anlayışınızın olması, işinize el verecek bir çekirdek kadronuzun olması ve elbette bunları meydana çıkarmak için yeterli imkânlarınızın olması gerekiyor. Üstelik uzun uğraşlarla çıkardığınızın derginin hak ettiği ilgiyi görmemesi de cabası.. Neden böyle? Bir kere kültür ve sanat gemiden ilk atılacak yük olarak görülüyor ülkemizde. En yakın çevrenizden başlayarak bir yığın kişi daha lüzumlu bir iş bulamadınız mı diye soruyor. Bundandır ki maalesef dergilerin okuru yok. Belki var, ama bu okurların sayısı bir avuç insandan fazla değil. Hâlâ şiire, sanata inanan ve bu yolda her tür deliliği göze alan da bir avuç insan değil mi zaten.
Şarkî, kanaatimce birkaç şeyi başardı. Öncelikle bazı yeni çalışma alanlarını gündeme taşıdı. Ekoeleştiri, hayvan çalışmaları, İslam estetiğinin modernist estetikle uyumu gibi dosyaları böyleydi. İkincisi, etrafında az veya çok bir genç kitlesi bir araya geldi. İlk şiirlerini, ilk yazılarını Şarkî’de yayımlayanlar oldu. Bunlar çoğunlukla taşrada yaşayan şiire, edebiyata ilgili gençlerdi ve onlar açısından Şarkî edebiyat dünyasına giriş vizesi oldu. Diğer taraftan sanıyorum “Şark kafası”, “Şark kurnazlığı” gibi hep olumsuz çağrışımlarla kullanılan Şark kelimesine itibarını iade etti. Nitekim son zamanlarda kitaplarına Şark kelimesiyle adlar veren genç şairleri gördükçe Şarkî’nin de bu kelimenin yeniden şiirselleşmesinde katkısı olduğunu düşünüyorum.
Şunu da ekleyeyim ki dergi, bir yolculuktur. Her yolculuğun adı, menzilleri, yol arkadaşları değişir ama yol bitmez. Kapanan her dergi bir yerde başka bir formda yeniden yeşerir veya başka bir çalışmanın hamuru olur. Şarkî de böyledir. Gördüğümüz eksikleri, süreç içinde tespit ettiğimiz ihtiyaçları not ederek daha güçlü bir biçimde, belki başka bir isimle veya işle yeniden bir gün başlayacağımıza inancım tam.
Şeyma Subaşı: Bir şairin deyimiyle şiirin yapma çiçek gibi görünmesinden ziyade rengini, kokusunu hissedebildiğimiz bir gül olarak duyumsamak şairin şiire verdiği ruh ile alakalıdır. Bu bağlamda nereye kadar teknik diye sormak isterim. Günümüzde şair neyi es geçiyor?
Mehmet Sümer: Teknik, şiirden önce değildir, önce gelen şiirdir. Şiirin tekniği ruhuyla birlikte gelişir. Salt teknikle şiir yazılamaz. Ama siz, şiir yazdıkça tekniğini de fark etmeye, onun üzerinde de düşünmeye başlarsınız. Şairlik, sözcüklerin elektiriğini hissetmekle başlar ve sonra sizi çarpan şeyin ne olduğunu düşündükçe tekniği görürsünüz. İyi şiirin bir formülü, tarifi, prosedürü yoktur. Önceden belirlenmiş bir tarife, prosedüre göre iyi şiir yazılamaz. İyi şiir ancak zuhur ettikten sonra niçin iyi olduğu izah edilebilir ki ancak o zaman bir teknikten söz edebilirsiniz. Evet, bu şiir şu teknikten ve bu unsurların birleşmesinden alıyor gücünü diyebilirsiniz. İşin gerçeği iyi şiir, zaruretlerin çocuğudur. Sizi bir şiiri yazmaya iten içsel veya dışsal bazı zaruretler vardır ve siz o zaruretlerin zorlamasıyla iyi şiire varırsınız. Bütün iyi şiirlere bakın, arkasında birtakım zaruretler vardır. Oturup bilgisayar başına, mesaiye giden memur gibi şiir yazamazsınız. Günümüz şairi sanırım bunu ıskalıyor.
Bûtimar, sayı 11-12, Bahar-Yaz 2020