Dar zamana sıkışan bu yazıda, Seyhan Erözçelik’in şiirine, kullandığı Türkçeler açısından dikkat çekmekle yetineceğim. Bu konu, hem onun şiirindeki ayırıcı özelliklerden biridir, hem de ikimiz arasındaki şiirsel alışveriş daha çok bu çoğul Türkçeler ve dilin farklı kullanımları etrafındaydı. Son olarak birbirimize verdiğimiz şiir dosyaları, onun Yağmur Taşı ve Vâridik Yoğidik adlı kitaplarına, benimse Turuncu Kuş ve Kalbi Durmuş Zamanda adlı kitaplarıma aitti. O nedenle, esasen anılan şiir dönemine (2003-2009) gönderme yapacağım.
Seyhan Erözçelik, özellikle bu dönemde bir Türkçeden öteki Türkçeye sıçrayarak, şiir dilini yatay olarak genişletirken, dikey olarak da derinleştirir. Her bir sözcüğü kazıyıp, altından başka başka sözcükler, uzak yakın çağrışımlar bulmayı sevdiği için Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lügati’t Türk’ünden, Sir Gerard Clauson’un Etimoloji Sözlüğü’ne kadar, her cins sözlük onun başucu kitabıdır. Yağmur Taşı (2004) ile Vâridik Yoğidik (2006), dilin arınarak çoğalmasını ya da söz üstüne söz koyarak sözcüklerin deşilmesini en iyi yansıtan kitaplarındandır. Elbet oradan Pemtimento’ya (2011) gidecekti. Daha doğrusu, Yeis ile Tabanca’nın (1986) başlattığı yolculuk haliyle oraya çıkacaktı. Onun ilk şiirlerinden son şiirlerine varan yolculuğu, Türkçenin kendi içine, dibine doğru yapılmış bir dil yolculuğudur. Çünkü, “Dil Yoğise, Dünyâ Yok. / Dünyâ Yoğise, Yoğuz. // Sen, hep Varsın. Osun.” Ve bu yolculuğun sonunda, Ben-Sen-O, adı Türkçe olan tek bir dil içerisinde vahdeti vücuda erip, yoklukta varlık bulur…
tüm!
(Düşüm.)
Çokdüştümdizimkanadıheppp!
*
Uçtum ki, Yok!
Uçmaksız.
Yani, Sensiz.
(Sen dedim, dediğim anda, Sendim.)
‘Sen’i ‘ben’ yaparken, ‘onların’ Türkçesini de ‘bizim’ Türkçemiz yapar. Dolayısıyla Seyhan Erözçelik’in şiirinde, Türkçeden değil, Türkçelerden sözedilmeli. Hem yatay, hem dikey anlamda çoğul bir Türkçeyle yazar: Yatay olarak, Bartın’dan Karayların Litvanya’sına, Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan, Oktay Rifat’a, Behçet Necatigil’e uzanırken, dikey olarak da Türkçe yazan ilk şair Aprın Çor Tigin’in Uygurcasından, adına ’80 Sonrası denen şiir döneminin dil arayışlarına ve Yunus Emre’den Bakî’ye, Âsaf Hâlet Çelebi’ye uzanır… Ve onun çoğul Türkçeleri tek bir dil olarak karşımıza çıkar. Bartın Türkçesi hakkında çeşitli vesilelerle yazdığı yazılar, söylediği sözler var. Aprın Çor Tigin hakkında Şiir Atı’nda yayımlamak niyetiyle 2006’da hazırladığı dosya da, sanırım derginin bu sayısında bir biçimde okura ulaşacak. Aynı sıralarda, aslında yıllar öncesinden başladığı Karayçe bir şiir dosyası daha hazırlıyordu.
(Burada, Seyhan’ın açtığı şiir parantezleri gibi benim de bir parantez açmam gerekecek: Karayçe dosyasının bir kez daha doğruladığı gibi, Seyhan şiirle ilişkili bir konuya taktı mı takardı ve arkadaşlarını da aynı konu etrafında hizaya dizerdi. Nitekim 2006’da, şiirlerimin yayınlanması vesilesiyle Vilnius Kitap Fuarı’na katılacağımı işitince, rafta kalmış Karay şiirleri dosyası konusunda bana da bir dizi ‘görevler’ verecekti. Ben de, Kırım Tatar Türkçesinin bir versiyonunu konuşan ve İbrahim’e kadar olan Yahudilik inançlarını benimseyen bu küçük toplumun dili ve şiiri hakkında Seyhan’ın nasıl da ısrarlı bir meraka sahip olduğunu görünce verdiği bütün ‘görevleri’ yerine getirmeye kendimi zorunlu hissedecektim: Vilnius’un kırk dakika kadar güneybatısında yer alan ve son yıllarda Karaylardan çok Polonyalı işçilerin yaşadığı Trakai kasabasına, -12 derecede, neredeyse dizlerimize kadar kara batarak gitmeye, ‘Ulusluk’ adını verdikleri etnoğrafya müzelerini, duvarına Karay Türkçesi maniler astıkları hamurişi lokantalarını, sinagog benzeri tapınaklarını ve yakınlarda vefat etmiş cemaat sorumlusu ‘rahibin’ misyonunu devralan dul karısı ile kızını evlerinde ziyaret ederek Seyhan’ın tasarladığı Karay şiirleri dosyasına malzeme getirmeye mecbur kalcaktım!)
Seyhan Erözçelik’in, Türkçelerin hepsini kapsayacak bir şiire varmak konusundaki tutkulu hayallerinin yakın tanığı olan Vural Bahadır Bayrıl’ın da, Yağmur Taşı için yaptığı bir söyleşide aynı doğrultuda bir ifade kullandığını, yani “farklı Türkçelere yolculuktan” sözettiğini bu yazıyı hazırlarken farkettim. Kitap-lık’ın 104. sayısında (Nisan 2007) yer alan ve “Vâridik Yoğidik’i Bir Türkçe Hayat Bilgisi Ders Kitabı Gibi Düşündüm…” başlığını taşıyan söyleşide, Seyhan Erözçelik şöyle bir cevap vermiş:
“Yolcu” değilim “yol”um. Ama yol yok. Belki de yolu yapmaya çalıştım. Azerbaycan dili örneğin şâhâne bir dil. Musikili âhengi var. Azeriler şarkı söylermiş gibi konuşuyorlar. Zaten dile merakım ortaokul yıllarından başlıyor, düşündükçe Azerbaycan dili bana Türk dilinden daha mantıklı geldi. (…) Farkettiğim başka bir şey de doğduğum yerin Bartın’ın başka bir Türkçeyle konuşması. “Yabancı”larla mükemmel Ankara ya da İstanbul Türkçesi konuşurlar. (Yabancılar yani Bartınlı olmayanlar.) Kendi aramızda Bartın diliyle konuşuruz. Şive değil ağız değil. (…) Bir vesileyle Litvanya’nın Ankara Büyükelçisiyle tanıştım. Halina Kobeckaite Hanım. Karay. (…) İngilizce konuşuyoruz. Karay şiirlerini Türkçede nasıl tanıtabiliriz filan. Ölmekte olan ve korumaya alınan bir dil. Yeğeni de yanındaydı. Kendi aralarında Karayçe konuşuyorlar. A-aaa… Bartın Türkçesi neredeyse! Litvanya nere Bartın nere? Kestik İngilizceyi bildiğimiz gibi konuştuk. Sanki teyzemle konuşuyorum. Sonuçta bir ana damarın olduğunu keşfettim. Taşkent’te en sevdiğim şey pazara gitmek ve pazarlık etmekti. Ana damar Türkçe. Burada Dağlarca’yı nasıl anmam: “Türkçem ses bayrağım benim.” (…) Yağmur Taşı bence bir tarih ve sosyoloji kitabıdır. Şiir kitabı kimliğinde belki. (…) Türkçelerin hepsinde bir güzellik görüyorum. O kitaba biraz da epope gibi bakıyorum. Cesaretim olsa Orhon alfabesiyle yazardım. (…) Değişik Türkçeler var. Değişik Türkçeler varsa değişik insanlar, değişik toplumlar var.
Muhtemeldir ki, 2011 yılından sonra yazacağı şiir kitaplarından birinde Orhon alfabesini kullanacak cesareti göstermesinin zeminini de yaratmaktaydı. Çünkü Seyhan Erözçelik, dil konusunda aldığı riskleri her kitabında bir adım daha ileriye götürmüştü. Farklı Türkçeler kullanmak konusunda ‘deneysel davranmaktan’ ya da ‘aşırıya kaçmaktan’ çekinmediği halde, bunlar, şiirlerinde hep yerli yerine oturur. Bir başkasının ağzında yadırgatıcı, eğreti durabilecekken, onun dizelerinde, kullanılması en doğal sözcükler, en akıcı söyleyişler haline gelir. Okuru rahatsız etmek bir yana, dil zenginliğiyle okuma keyfi verir. Kenarda köşede kalmış, unutulmuş, uzak diyarlardan alınmış, aşağılanıp edebiyattan kovulmuş ya da yeniden yaratılmış birçok sözcüğü, şiire, böylece Türkçe sözlüğe kazandırır. Sözgelimi Vâridik Yoğidik kitabı “yun” sözcüğüyle başlayıp, “am” sözcüğüyle biter. Bunlar gibi, kullanılması riskli sayılabilecek birçok sözcüğü şiirselleştirir, anlamını genişletir ve marjinal olmaktan çıkarır. Dil ve söyleyiş konusundaki birikimin göstergesi olan bu yanları, sanırım üzerinde öncelikle durulması gereken özelliklerindendir. Baştan beri şiir kitaplarındaki bir şiirin, bir sonraki sayfada yer alan şiiri nasıl doğurduğunu, yani kullandığı bir sözcüğün, üslubun, lehçe ya da şivenin tek bir şiir içinde başlayıp bitmediğini, ama vızır vızzz bir arı misali o çiçekten ötekine uçup konduğu görülür. Sözcükleri didik didik edip yeniden üretir. İnatçı bir dil arkeoloğudur.
(Yine hatırlayışları yazıya bağlayacak bir parantez açayım: 1990’ların başında Seyhan’la aynı ajansların aynı odalarında çalıştığım, sonra da onu gerek diğer işyerlerinde, gerekse evinde ziyaret ettiğim için biliyorum ki, çalışmak için nereye otursa duvarına harflerle ilgili posterler, alfabe resmleri asar, yazıhanesine de öyle şeyler dizer… Bu bana, dili soyut bir kavramsal mevzu olmaktan çıkarıp, her an gözünün önünde duran maddi bir varlık şeklinde somutlaştırma çabası gibi görünüyor. Kendinden emin bir hissetme gücüyle, harflerin tekabül ettiği seslerle simyacılık yaparak dili dönüşüme uğratmaya çalışır. Sıradan sohbetlerde de sözcükten sözcüğe, lehçeden lehçeye… dildeki bir çağrışımdan bir başka çağrışıma atlayan yaratıcı akıl yürütmesiyle her konuşmanın içinde parantezler açan bir ‘dilbaz’dır.)
Bartınlı Bir Rum Soruyor:
Oturuvaryoduk, gonuşuvaryoduk.
Irmag’gıyısından haç atıvaryoduk.
Ney oluvadı ki?
Bize gidiy dedileğ.
Ağlaya ağlaya gidivedük.
Mezarlarımızı daşıyamadılağ.
Oraya Gâvur Daşı deyelağ.
Anamuy, babamuy, dedemiy kemikleri o’llada
hâlâ duruya.
Duruya mı, duruvarya mı?
Gavşak suyu yok mu Anam—
Seyhan Erözçelik’in dil titizliği, kılı kırk yaran bir dilbilim araştırmacısı gibi çalışması, esasen kurmaya çalıştığı poetikayla bağlantılıdır. O nedenle, ‘dil titizliği, dil işçiliği’ gibi ifadeler onun durumunu anlatamakta yetersiz kalıyor. Dille ilişkisi, aşka düşmüş bir adamın takıntılı tutkusuna, evindeki rahatı bırakıp bilinmedik diyarların yolunu tutan kâşifin heyecanına benzetilebilir. Ama böyle bir benzetme de yetersiz kalacak. Çünkü Seyhan Erözçelik’in, ilk bakışta takıntılı bir merakmış gibi görünen, Türkçelerle çoğala çoğala arınma ya da arına arına çoğalma arzusu, üzerinde düşünülüp çalışılmış ve kökleri çocukluğa giden bir varoluş meselesidir. Sadece Türkçe içindeki farklı sözcük, söyleyiş, lehçe kullanımları mı, yukarıda alıntılanan şiirlerinden de görüleceği üzere, başlığın şiire dahil edilmesi, bold, italik, düz karakterli yazımlar, satır uzunluk ve aralıkları, kısa-uzun çizgiler, şiir başlıklarındaki sayıların rakamla mı, yazıyla mı gösterileceği, rakamla ise Romen rakamıyla mı, yazıyla ise büyük harfle mi… kısaca herşey inceden inceye düşünülmüştür. Ve bu, okuru belli alt okumalara göndermeyi amaçlayan nedenlere dayanır. Aynı dönemde, ince eleyip sık dokuyan ve şiir dilini dönüştürmeye çalışan daha başka şairler de vardır elbet. Ancak Seyhan Erözçelik, yatay ve dikey anlamda çoğul Türkçeler kullanmakla, ayrıca izlediği kaynaklarla kendini ayrıştırır.
Örneğin, “Aprın Çor Tigin, Türkçe edebiyat ders kitaplarında niçin yok?” sorusunu ondan gayrısı sormaz. Ve ben dahil birçok şair arkadaşına da yazılmış ilk Türkçe şiir olarak bilinen Aprın Çor Tigin şiirini bügünün Türkçesiyle yeniden yazdıramaz!.. Çünkü seyhan Erözçelik’in Türkçenin çoğulluğuna olan inancı, Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinin asli paradigmaları dışına çıkmasına yol açar. Onun için olay, ‘Türk Dil Devrimi, Türk Dil Kurumu, İkinci Yeni Şiir Dili, İslami Şairler’ vb. etrafında ve hep düalite içinde süregelen, öztürkçecilik mi Osmanlı Türkçesi mi, halk edebiyatı dili mi divan edebiyatı dili mi, Yunus Emre mi Bakî mi biçimindeki tartışmaları aşkındır. Tarihsel (dikey) ve coğrafi (yatay) anlamda daha geniş ve derin Türkçeleri özümseyip kendi şiirinde yekvücut haline getirmek ister. Böylece, büyük ölçüde resmi kültürel söylemler dışında bir yola yönelir ya da kendi dediği üzere ‘o yola dönüşür’. Sanırım biz ikimizin yollarının bir biçimde kesiştiği yer tam da burasıdır.
Yani, oldukça farklı şiirler yazsak da, Seyhan Erözçelik’in, birbirlerine muhalifmişçesine, Türkiye Cumhuriyeti’nin kültürel ve edebi söylemleri etrafında dolanan çeşitli versiyonları arasındaki dil paradigmasını aşkın çoğul bir ‘Türkçeler’e yönelmesi, birer şair olarak buluşma noktamızdı. 1990’ların ortasında, ’80 Sonrası denen şiir hareketlerinin bazı eğilimlerine karşı eleştirel yaklaşım taşıyan yazılarımı, çevresindeki birçok şairden daha değişik bir gözle okuyabilmesinin nedeni de budur. Seyhan Erözçelik’in merakıyla, anlama çabasıyla, birbirine ulanan sorularıyla benim eleştiri yazılarımdaki sorgulamalarımı kendi içinde hissettiğini göstermesi de sanırım büyük oranda kişisel deneyimlerinden kaynaklanıyor. Elbet Kafkasya kökenli toplumlarla, Bartın’la, kabul-görmeyen ya da edebiyat-içi sayılmayan Türkçelerle bağlantılı tek ‘çocuk’ o değildi sınıfta. Ama kişisel deneyimlerini başkalarından daha farklı bir duyarlık ve yaratıcı zekâyla yorumlayıp şiire dönüştüren o’ydu.
İşi nedeniyle, Orta-Asya ve Kafkasya’da Türki diller konuşan ülkelere yolculuklar yapan Seyhan Erözçelik, Türkçe şiirin, dil ve söyleyiş potansiyelinin, bizim bildiğimiz Türk şiir dilini aştığına tanıklık etmişti. Onun şiirinde görülen çeşitli dil kullanımlarına dil oyunu değil, ‘dil kazıcılığı’ denebilir. Türkçelerin binbir çeşit gizli saklı ihtimalini ortaya çıkarmak, yanyana getirmek, ekleye birleştire ayıklamak… Kitaplarındaki her sözcüğün ya da dil kullanımının, kurmaya çalıştığı poetik yapı içinde kendince bir nedeni vardır. Nitekim Vural Bahadır Bayrıl’la yaptığı söyleşisinde şunları söyler: “Türkçenin çok güçlü bir dil olduğunu biliyorum. O yüzden hokkabazlık yapmaya gerek de yok. Eskiden, ‘Şiir dörtgendir’ diyordum. Şimdi demiyorum.” Seyhan Erözçelik, kendi şiir dilini çalışır, biçimini de:
Gideni unutmamak, an’ları hatırlamak, görünmezi göstermek, dille fotoğraf çekerek albümleri tasnif etmek, göğe uçarak yere kuşbakışı bir göz atmak, ruh dönsün diye büyü şiirlerindeki ilk haliyle sözcükleri çağırmak… Böylesi yaklaşım ve izlekleri sürdüren Seyhan Erözçelik’in şiirinde, dilin, burada Türkçenin, ihtimallerine duyulan merak öğreticidir. Bir arkeolog gibi, bulduğu kalıntının altındaki kalıntıyı da merak ederek, bağlantısızmış gibi görünen kırık parçaları birbirine yapıştırır. Şiirsel anlama erişebilmek için zaman tünelinden yankılayan seslerin geçirdiği değişimi izlemek gerekir. Şiirin peşi sıra, uçsuz bucaksız bozkırda yuvarlanan bir sözcüğün peşinden koşacağım derken, okur, kaynağı meçhul bir ırmağın sularında bulur kendini. Seyhan Erözçelik, konuşma dilinde saklı şiiri, bunu evvelce yapanlarla pek benzeşmeyen bir üslupla yapar. Beklenmedik ya da görselleşmiş ifadeleri birdenbire karşımıza dikerek, halk kültürüne sinmiş anonim metaforları dillendirerek yarattığı şiirsel titreşim Gül ve Telve’deki (1997) kimi dizelerle hafızalara çakılır. Bir yol olmanın ötesinde, kendinden sonra şiire ulaşmak isteyenler için bir yolculuk kılavuzu olur: “Her şeyden önce, fincanın dışında bir yol var. Daha falı / bile açmadan, fincanı kaldırmadan görülen bir yol.” Seyhan Erözçelik o fincanın dışındaki yoldur. “O kadar bariz. // Nereye peki? // (…) Kanatlanıp uçacaksın ama nereye? / Bir kere kanatların büyük, o kadar büyük ki, gökyüzü / kadar. Yani senin kanatların aslında gökyüzü. / O zaman da, sanki kendi içinde uçacaksın. // Geçen faldaki o parça düşmüş. Peki, yeri boş mu? // Değil. Gökyüzünden kanatlar var ya!”
Onun şiir dili konusundaki bir saptama da, hiçbirşeyi öyle fazla fazla söylemek istemediği, ama okurun, şiirdeki ses ve imgelerin çağrışımıyla, söylenenden çok daha fazlasını anlamasını, hissetmesini beklediğidir. O kadar ki, tek bir sözcük etrafında dolanan, hatta tek bir ses kadar az ve öz olan bir şiir kitabı yazmayı arzular. Aynı söyleşide şöyle der: “Sadece ‘A!’ demek isterdim. Belki de bu ses yeter. (Ama ünlem koyduğuma göre demek ki yetmiyor. Çünkü ‘A-aaa…’ da başka.)” Onun bu tutumu, genellikle her şairde görülen, fazlalıklardan arınmış yoğun bir şiir yazma çabasının ötesinde değerlendirilmeli. Çünkü tek bir sese, söze yaslandığı durumlarda bile şiirinin bir hikâyesi var. Biçimsel olarak narativ sayılamayacağı halde, alttan alta narativ bir şiir dünyası kurgular, ama sadece seslerle, tek bir sözcüğün hikâyesiyle… “Şiir kitabını, bir hayat bilgisi ders kitabı olarak gördüğünü, bir tarih ve sosyoloji kitabı saydığını” söylemesi, sanırım bu yaklaşımıyla bağlantılıdır. Yani, herkesin ister istemez ve rahatça okuyacağı, kâh keyf alacağı, kâh yeni şeyler öğreneceği ve elbette içinde çeşitli muziplikler, gizli hikâyeler bulabileceği bir ders kitabı!
Akan ırmaktaki suya dönecek olursak, özellikle Yağmur Taşı ve Vâridik Yoğidik’teki yaratılış duygusunun, yalnızca “tarih, coğrafya, sosyoloji ders kitaplarıyla” değil, tasavvufla da ilişki içinde sürdüğünü görürüz. Kaldı ki, Seyhan Erözçelik, Âsaf Hâlet Çelebi’yi yeniden keşfedenlerden, üstelik onu keşfetmekle kalmayıp Türkçe şiire yeniden dahil edenlerden biridir. Âsaf Hâlet Çelebi’ninin, YKY tarafından basılan Toplu Şiirleri’ne (1998), “Son Vezir Âsaf’ın Şiir Dünyasında Nedircikler” başlığı altında düştüğü şerh, şiirsel sezgisinin ve yeni bir dile dair arayışlarının ipucunu veren bir metindir. Hem tasavvufa, hem farklı Türkçelere, hem kendi şiirine farklı dayanaklar ararken, ihmal edilmiş şiirsel kaynakları önemsediğini gösterir. Çoğul Türkçelerle bir şiir kurmaya çalışırken, yabancı dildeki şairlerden de, muhtemelen sınıftaki birçok arkadaşından daha fazla yararlanır. Bununla beraber, şiirine yansıyan etkilenmeleri sezmek zordur. Çünkü su kadar saydamlaşa arına akan ‘Türkçelerle’dir…
Bana yun. Ben, Senim.
Su, Benim.
*
Zaman, Kayır. Sensin.
Saçlarından dökülüyor. Ölüyor.
Ölmüyor, ölen Yok. Her Şey, yaş.
Kuru Değil. Kemik, Yok.
Bir harfti, geldi geçti, Elif.
Başı Yok, Sonu Yok.
Ruhum, Göğüm. El—
(Son bir parantez daha açmalıyım, bu kez Seyhan’a doğrudan söylemek istediklerim için: Öldüğün için sana hâlâ kızgınım Seyhan. Ama belki sen, kıs kıs seyrediyorsundur şimdi bizi görünmez olduğun yerden. Ortaya çıksan, bu yazıyı sana ‘e-mail’le gönderirdim bir göz at diye. Sonra bir sürü laf ederdin kuşkusuz, yok olmamış bu yazının çerçevesi de, yok efendim beni dile indirgemişsin de, yok aceleye getirmişsin de edebiyat eleştirisi ile ruhun bin halini örtüştürememişsin… falan filan. Eee, şimdi n’olacak? Yığınla kusur bulacağın bu yazı, noktalama işaretleri, ‘a’ların külâhı, tekrarlanan uzun cümleler, birbirini yerli yerinde izlemeyen konular, yanlış paragraflar, parantezler… Şiir Atı’nda çıkacak üstelik senin için!
Bunları yazarken eski ‘e-mail’lere de bir bakacak oldum ve beş yıl önce gönderdiğin neleri buldum, bak. Yeni şiir kitabımın adını Turuncu Kuş koysam mı, ne dersin diye soracak olmuştum hani de, demiştin ki:
“…gelelim turunc’a: / / turunç: divan şiirinde, 1. sevgilinin memesi. 2. sevgilinin çene altı, ikinci gerdan. 3. Güneş. // ‘mihr-i mâhı oynatır elma gibi / barekallah ey turunc-î anberi’ (Necati Bey) // turunca dağ: eskiden sevgililerine aşklarını duyurmak için mesela mektup kenarını yakmak gibi, meyvenin bir tarafını kızgın bir sisle dağlayıp göndermek de adetmiş. sevgili bu dağdan kendisinin sevildiğini anlarmış. // ‘mâh-i çarh üzre nedir bilmek dilersen o sevda / yaktı yâre sunmağa devran turunç üstüne dağ’ (Bakî) // Özetle, birinden uzaksın ona meyve, genelde turunçgil, gönderiyorsun, ama göndermeden dağlıyorsun. buradaki dağ, dağlamak anlamındaki dağ. o da ne kadar sevildiğini anlıyor. // günümüzde ‘mountain’ anlamındaki dağ da var. böylece kitabın ismi ‘çoğalıyor.’ // turunç, farsça. turuncu, turuncî’den geliyor. mot-a-mot, ‘ağaç kavunu’ demek. // Öptük. // (…) bu isimlerden birini kullanmazsan, rezerve hakkım saklıdır. // baktım, okudum. Çok güzel oluyorlar. (ben senin mektupta en sondaki dosyayı sonradan farketmişim, yani mektubun sonuna kadar inmemişim. Sen tekrar yazınca, ne diyo bu ya dedim, öyle anladım…) // ‘turunç kuşu’ benim hâlâ da’a çok hoşuma gidiyor, ‘turunç kuş’ ya da ‘turuncu kuş’ yerine… hatta belki sadece ‘turunç’ (i.e. ‘bitter lemons’) // hadi kafanı karıştırayım: ‘turunç aşkı’, ‘aşkın turuncu’, ‘turunç aşk’, ‘turunç dağı’, ‘dağlanmış turunç’, ‘dağlı turunç’… Öptük.”
Neyse, kitap adı olarak şu turunç meselesini geçelim, çünkü sana bizim evin bahçesinden hakikisini getiriyorum: Ağaçtan kendi elimle kesip dağladığım turuncu… Yine öyle, ‘bitter limons’ niyetine hatıralar tepsisine koyarsın çalışma masanda. Görüşmek üzere diyelim. Biz de öptük.)
______________________________________
NOT: Bu yazı, 2012 başlarında, “Seyhan Erözçelik’in Arkadaşlarından” gibi bir başlıkla Şiir Atı’nın yayınlamayı tasarladığı özel sayı için yazılmıştı. Seyhan’ın anısına bu projeyi Vural Bahadır Bayrıl yapmış, daha sonra editörlüğü Haydar Ergülen üstlenmişti. İkisine de gönderilen bu yazı yanında Seyhan’ın bize vazife olarak verdiği Karayçe Şiirler ve Aprın Çor Tigin’in şiiri etrafındaki dosyalar üzerine de konuşulmuştu. Ama sanırım ya bütçe bulunamadığından ya da “arkadaşlarından Seyhan’a” yerine, herkesin inceleme yazılarına açık bir başka derleme fikri oluştuğundan Şiir Atı yayını gerçekleşemedi. Bu yazı da 7 yıl boyunca bilgisayarımda kaldı. Gerçi ölümünün hemen ardından yazıldığını hissettiren bir ruh hali varsa da, umarım ki, Seyhan Erözçelik’in şiir dili ve poetikası üstüne yapılan bazı saptamalar onun şiirlerinin daha çok, daha derin, daha güzel okunmasına da yardımcı olabilir.