Hayatımızdaki en değerli eleştiriyi ne zaman, nerede ve kimden alacağımız hiç belli olmaz. Konu şiir ve edebiyat olunca, sanılır ki, böyle bir eleştiri, takdir ettiğimiz bir şairden, yazardan gelecektir. Ama yok… Bir şairin ruh iklimine girebilmek, neyi, niçin, nasıl yazdığını içten içe hissedip kavramak acaba ne tür bir karşılaşmanın sonucu?
Denecek ki, dünyada herkesin paylaşabileceği belli yazınsal değerler var. Çeviride bile kaybolmayan bir ustalık ve derinlik var. O halde bunlardan mı söz etmeli? Modern zamanlar, yazarı öldürmeye teşebbüs etmişse de, yazar ne ölmüş görünüyor, ne de kendini öldürmüş. Postmodern zamanlarsa bir adım daha ileri gidip, yazarın ‘kahramanlarını’ da ölümle tehdit edince, şimdi yazar ile ‘kahramanı’ hiç çekinmeksizin birlik oluyor. Madem durum bu, yazarı yapıtından, yapıtı yazarından apayrı değerlendirmek ne derece isabetli?
Eğer yaratıcılık sürecinde, bir şair ya da yazarın kendine özgülüğü önemseniyorsa, belki de kişisel tarihine dokunabilecek kadar benzeşen deneyimleri, kaynak, anlayış ya da duygulanımları paylaşanların ne dediğine bakmalıyız… Bunlar, Konstantina’yla karşılaşalı beri kafamı kurcalayan sorular.
&
Bu yazının, kişisel deneyim ile edebiyat eleştirisini bir arada ele alan uzunca bir verisyonunu, üç yıl önce Lecce’ye ikinci gidişimde, eski şehrin yeni limana açıldığı kordonboyunda bir banka oturup içimden yazmıştım. Kâğıda —bilgisayara demek istiyorum— geçirmediğim için, şu an aklımda kalan fragmanları birleştiriyorum. Belki, Walter Benjamin’in, geçmişi fragmanlar halinde hatırladığımız yönündeki saptaması, ister istemez böyle bir yazış tarzına yol açıyor.
Belleğimdeki yapboz tablosunun birkaç parçası kaybolmuş olsa bile, kalanlarla çizdiğim manzara bir uçtan öbürüne görülebilecek sanırım. Ayrıca eksik parçaçıklar da kalsın ki her okur kendi hayalgücüyle doldurabilsin boşlukları…
Kafamda yazılan o uzun yazı, 2007 yılında Lecce’ye yaptığım ilk ziyarete ilişkindi. Bir edebiyat toplantısı için gitmiş, Lecce Üniversitesi’ndeki Türkoloji öğrencileriyle de buluşmuştum. Radyo programında yine benim değil, kendilerinin sorunu olan sorular sorulmuştu: Çatışan Doğu-Batı ve tabii yer İtalya olunca Kuzey-Güney kültürleri, vb. Bense yine hakkımdaki algıyı algılayamadan, bizim olanaklarımıza sahip bulunmayan Doğulu ve Güneyli yazarlara sempati belirtince işler karışmıştı. Çevirmenliği Serra Yılmaz yaptığından, beni hemen uyarmıştı Türkçe olarak: “Yavrucuğum, o Doğulu ve Güneyli dedikleri sensin ya!” Kim, ben mi? Neydi o toplantı, tam hatırlamıyorum şimdi.
Ondan iki yıl sonra, İtalya merkezli ‘Güney düşüncesi’yle ilgili Bari Üniversitesi’ndeki bir başka toplantıya katıldım. Hatta açılışı da, güney düşüncesini kuramsallaştıran Franco Cassano yapmıştı. İtalya gibi diğer güney Avrupa ülkelerinin de düşünce hayatını etkileyen Il pensiero meridiano (Merdiyen Düşüncesi) adlı kitabının hâlâ İngilizceye çevrilmemesi ilginçtir. Neyse şimdi, o fragmanları farklı bir yazıya saklamak lazım.
Lecce’deki şiir okumamız ise kültür merkezine dönüştürülen San Francesco della Scarpa Katedrali’ndeydi. Katedralin adını hatırlayışımın nedeni, Serra’yla şiir okurken şehrin en popüler fotoğraf sanatçısı Carlo Elmiro Bevilacqua’nın fotoğrafımızı çekmiş olması. İşittiğime göre, bakanı güldüren muhtelif sanatçı portreleriyle birlikte sergilemiş. Konstantina’yla ilk o gün karşıtım. Dolayısıyla, orada çekilmiş en gülünç fotoğrafım bile kıymetlidir.
&
Ertesi yıl, yani 2008’de, Puglia bölgesindeki —İtalyan yarımadasının Arnavutluk’a bakan çizme ucundaki— Lucera Uluslararası Akdeniz Edebiyatları Festivali vesilesiyle hazır yine oralara yolum düşmüşken, Konstantina’yı tekrar görebilmek umuduyla günübirliğine şehre uğramak için ona telefon ettim. Meğer İstanbul’da, Burgaz adasındaymış. Görüşemedik.
Ertesi akşam, sabırsızlık veren bir heyecanla hazırlandım ve Lecce’den öylesine geçiyormuş da sırf hatırını sormak için uğrayıvermişim gibi evlerine ziyarete gittim. Saba Melikesi önündeki fotoğrafımız o gecenin hatırasıdır.
&
Katedralde şiir okurken, yani ilk Lecce toplantısında, önde oturan yaşlı, ama oradaki bütün kadınlardan çok daha zarif, şık, üstelik oldukça ilgili ve zeki bir hanımefendi dikkatimi çekmişti. Sanırım herkesin de dikkatini çekecek birisiydi orada öyle. Ben Türkçe okuduğum halde, her şiire jestlerle karşılık veriyordu.
Sonra, İtalyanların ‘matrignalingua’ dediği Türkçe ve Elence edebiyatlar hakkında İngilizce yazılmış kitabım Step-Mothertongue’dan hareketle bazı sorular soruldu. Lecce Üniversitesi’nde okutulduğundan bir onu biliyorlardı. İtalyanca romanlarım ve şiir kitabım daha şimdi şimdi yayımlanıyordu. Orada Türkçe olarak verdiğim cevapları, kitaplarımı çeviren Türk edebiyatı uzmanı Rosita D’Amora İtalyancaya aktarıyordu.
Oysaki ön sırada oturan o güzel yaşlı hanımefendi çeviriyi beklemeden neler düşündüğünü mimiklerle belli ediyor, dalgalanan derin bir yüz ifadesiyle tek söz etmeksizin ‘konuşuyordu’. Derken elini kaldırdı. Kendisi de ayağa kalkarken kürk yakalı firfiri mantosunu çıkardı. Mükemmel bir Türkçeyle dedi ki:
“Evlâdım, niçin dil konusuyla bu kadar alâkadarsınız? Şiirinizin dilini, bilhassa kitaplarınızın altında yatan dil melezliğini başkalarına izah etmek mecburiyetinde bırakan şey nedir sizi? Yazık değil midir zamanınızı eserlerinizin kaynağı hakkında konuşmakla harcamanız, hele dilbilgisi etrafında? Şiirin esası dil olsa idi, dersine çalışan herkes şiir yapardı, mâmafih yaratıyorsunuz siz. O halde istediğiniz nedir okuyucudan? Herkes yazdığınız kelimeleri aynı şekilde anlayamaz ki. Dilinizi uzun uzun izah etmek suretiyle hissettiremezsiniz. Şiir dil değildir, dilden fazla bir şeydir. Şayet şiiri, dilin kullanılması meselesine indirirseniz dünyadaki birçok şairin varlığı cevapsız kalır…”
Öyle kalakaldım.
Yanımdaki sandalyade çevirmenlik yapan Rosita’ya dönüp, “A’aa bu kim!” diyebildim sadece.
“Costanza” diye fısıldadı:
“Asıl adı Konstantina, Fenerli Rum. Türkiye’deki milliyetçi terör olayları sırasında başlarına birşey gelecek korkusuyla İstanbul’dan buraya kaçmışlar. Ama orada hâlâ hısım akrabası var. Ortodoks Patriği Bartolomeos’la bazı törenlere katılan Listron Metropoliti mi neymiş kardeşi. İtalya, Türkiye, Yunanistan, hatta Ermenistan hakkında ne varsa bilir. Kocası Ermeni’ydi, beş altı ay önce ölünceye kadar hep Türkçe konuştu. Costanza ise hep Elence cevap verirdi ona. İşte, biri Türkçe öteki Elence konuşur, arada Ermenice bir iki sözcük gider gelir, özetlemeyi de İtalyanca yaparlar, öyle. Eğitim dili de, nerede okuduysa, Almancadır. Kütüphanedesindeki klasikler, felsefe kitapları hep Almanca. Buranın kültür camiasında tanınan pek seçkin bir sima. Ama kocası öleli dışarı çıktığını ilk kez görüyorum. Bak senin için geldi, şiirlerini İstanbul’dan biliyormuş.”
Şaşıp kaldım. Ama orası doğru ki benim asli okurum İstanbullu Rumlardır. İlk şiir kitabım için 1985’te, kitap ödül aldıktan sonra Nişantaşı’ndaki Akademi Kitabevi’nde düzenlenen imza günümde dışarıda kuyruk oluşturanların önemli bir kısmı İstanbullu Rumlardı. O vakitler Rum arkadaşlarım vardı tabii oralarda: Cihangir, Arnavutköy, Burgaz… Hatta başım ne zaman belaya girse onların tarafına kaçardım ve beni canları gibi korurlardı. Ama hiç tanımadığım ve tatil için de Amerika’dan, Avrupa ülkelerinden gelmiş İstanbullu Rumların benim yazdıklarımı izlediğini o güne dek bilmiyordum.
&
Elence, Türkçe, İtalyanca, Almanca ve Ermeniceyi —kim bilir, muhtemelen bir biçimde Fransızca ve İngilizceyi de— bu dillerin eski-yeni, uzak-yakın coğrafyalarını gezinerek konuşan Konstantina’ya ‘üveyanadil’lerimi anlatmaya kalkışmak ne kadar gereksiz ve ayıptı. Utandım.
Toplantı biter bitmez yanına gittim.
“Geleceğinizi işitince internetten araştırıp bazı şiirlerinizi okumuştum” dedi, “çünki isminizi İstanbul’dayken işitmiştim. İlk kitabınızla başarı elde etmeniz bizim orada konuşulmuştu, hatırladım. Fakat şimdi şiirlerinizi kendi sesinizden dinlediğime pek memnun oldum” diye devam etti. Ve bunları Türkçe söyledi.
Ben de Elence olarak teşekkür ettim. Yanımdaki tek kitap Sınırdışı Saatler adlı romanımdı, imzalayıp takdim ettim.
Sonra ona İstanbul’dan bazı şiir kitaplarımı postaladım. O da bana bir kart gönderdi. Kart dediğim, eşi ve kızıyla “1950 senesi, Prinkipos’da [Büyükada] çekilmiş bir İstanbol hatırası”nın çoğaltımı olan aile fotoğrafıydı.
—Sonradan kızı İsabella’dan öğrenecektim ki meğer kitaplarımı odasındaki ‘hususi komodin’inde kilitli tutuyormuş. Kimseciklere, kızına bile vermiyormuş.—
Öyle ayaküstü birkaç çift laf ederken emaillerimizi değiş tokuş ettik. Vedalaşıp katedralin kapısına yürüdü, sonra birden durup bana döndü:
“Fakat siz benimle Elence konuştunuz!”
Serra gülmeye başladı.
Üçümüz birbirimize baktık bir an.
Sanırım, “Eh işte, hâlâ hayattayız ve konuşmaya da devam ediyoruz” gibisinden bir şeyler söyledi bakışdilimiz.
“İstanbul’da görüşürüz” dedim Konstantina’ya: “Sonuçta İstanbul Türkiye’den fazla bir şey…”
Ama onca zaman sonra bunları bir gazete yazısı halinde niye yazıyorum ki şimdi? Herhalde üzüntüden. Şu sıralarda 90. yaşına giren Konstantina’nın mekân duygusunu yitirdiğini daha yeni öğrendim. Lecce’deki evlerinden İstanbul’da gezinmek üzere çıkıp çıkıp kayboluyormuş…
Oysa ona kaybolmak değil, bulunmak yakışır. Konstantina, “Dilden fazla bir şey olan bir şiir” gibi hissedildiğini bilsin istedim.
NOT:
Bu yazı 2011 yılında yazılmış olmalı. Noktasına virgülüne dokunnmadan 8 yıl gecikmeyle yayımlansın diye gönderiyorum şimdi… Aslında Kostanza okusun ve mutlu olsun diyerek Radikal’de yayımlanması için Cem Erciyes’e göndermiştim yazıldığı zaman. O da incelik gösterip Radikal’in internet gazetesinde yayımlatalım hemen diye cevap yazmıştı. Ama ben, Kostanza öyle pek sevemeyecek ki, bayağı bir kâğıt basımda dokunarak ‘hususi komodini’nde saklayarak okumak isteyecek diye düşünüp, yok kalsın demiştim. Muhtemelen Cem Erciyes ‘huysuz şair’ olduğumu düşünmüştü ama gerçek şu ki benim aklımda Kostanza’yı mutlu etmekten başka birşey yoktu. Ve işte yazı bu güne kadar öyle kaldı. Hatta varlığını unutmuşum! Şimdi bilgisayar dosyalarımda başka şeyler ararken birden karşıma çıktı. Bundan birkaç yıl önce İstanbul’a (Kostantinopolis demeliyim) hasret olarak vefat eden Kostanza’nın anısına yayınlamak istedim. Basılı ya da internet, artık farketmez, çünkü Kostanza hiçbir zaman okuyamayacak. Kaldı ki Atina’dayım zaten ben de, kendi kentlerinden sürülmüş İstanbullu Rumların burada kurduğu mahallede yaşıyorum artık… Bu notu yazarken gözlerimin dolması bir yaşlılık işareti mi, Kostanza’ya duyduğum üzüntü mü, yoksa bizim İstanbul’umuzun sonsuza kadar kaybolmasının verdiği onmaz iç burkulması mı, bilemedim. Kostanza, benim babaannemle aynı mahalleden gelir… (14 Temmuz 2019, Atina)