İnsan neden bir roman yazar? Veya bir öykü, bir hikaye…
Bazılarımız gördüklerimizi, hissettiklerimizi, ruhumuza dokunup geçenleri içimizde tutamıyoruz, sadece kendi anılarımızın kafesinde saklayamıyoruz, herkesle paylaşmak zorundayız sanki. Burada bir üstten bakma bir kendini beğenme de var, yıllar önce de dediğim gibi ; “Ben böyle düşünüyorum, böyle hissediyorum, herkes duysun bunu. Herkes bilsin.” istiyoruz sanki. Sanki meydan okuyoruz. Herkes böyle mi yazıyor bilmiyorum ama ben böyle yazıyorum. Sevdiğim için, bildiğim için, istediğim için. Profesyonel olarak fotoğraf çekebilirdim veya film yapmaya çalışabilirdim veya yağlı boya tablolarla kendimi aktarmaya çalışabilirdim. Aklımdan geçenleri seramiğe, toprağa, mermere geçirmeye çalışabilirdim. Yazı yazmıyor olsaydım başka bir yolla ama illaki bir şekilde kafamın içindekileri dünyayla paylaşmaya çalışırdım yine. Şükürler olsun ki yazabiliyorum çünkü aklımdan geçenleri bir mermerde şekillendirmeye çalışsam, çok rahatsız edici ve çirkin heykeller üretebilirdim.
Ben, kitaplarımı yazmaya başlamadan önce mutlaka bir ufak not defteri edinirim. Burada ortam, mevsim, karakterlerin isimleri, akrabalık ilişkileri, yaşları, saçlarının rengi, meslekleri yazar. Bunları, yazmanın şehvetine kaptırdığım anlarda kimin kim olduğunu kendime hatırlatmak için mutlaka elimin altında tutarım. Kitabım ilerledikçe defterim de ilerler. Hikayenin iskeletinin yanı sıra kendime özel notlar da alırım. Sayfa numaralarını ve o sayfaya ne maksatla tekrar döneceğimi hatırlatan ufak ip uçları yazarım. Karakterleri oluştururken mutlaka tanıdığım insanlardan yola çıkarım. Bahsettiğim kurumsal tanıtım filmi hemen herkes, tam olarak kitaptaki rolüyle değilse de, bir şekilde benimle iletişimi olmuş kişilerdir. Ve kesinlikle üzerimde olumlu bir etki bırakmışlardır çünkü ısınamadığım birine kitabımda hayat verip asla benimle birlikte bir zaman dilimine sabitlemek istemem. Evimde, çalışma masamda, kütüphanemde sevmediğim birinin anısının ne işi olabilir?
Kimlikleri verdikten sonra isim seçerim ki bu bence en zevkli kısım. Karakter ve isim kafamın içinde uyuyor mu kontrol ederim. Kitabımı yazarken tüm karakterler görünüşleriyle de gözümün önünde canlandığı için verdiğim isim o görünüşte sakil durmasın diye dikkat ederim. Çünkü evet, okur kendi karakterini görüyor ama ben yazarken gördüğümü beğenerek yazmak zorundayım. Ana hikaye ve yan hikaye drone çekimi örgüsünü kurduktan sonra diyalogları da oluşturup ekleyerek yazmaya başlarım. Yazarken daha çok senaryo yazma tekniklerini kullandığım da doğrudur. Kitaplarımın tamamını ufak tefek oynamalarla senaryolaştırmaya çok müsait şekilde yazarım. Bunu illaki kitaplarımı filmleştirmek telaşıyla değil, diyalog yazmayı çok sevdiğim ve kitaplarımı da diyalog ağırlıklı yazdığım için ister istemez yaparım.
Son kitabımı üçe bölerek yazdım. Siyah yazdıklarım, kırmızı yazdıklarım ve diyaloglar. Şu an hepsini ayrı ayrı örerek ilerliyorum ve tıpkı makrome yapar gibi sonunda hepsini birbirine bağlayacağım. Bunu yaparken daha önceki kitaplarıma benzetmemeye de dikkat ediyorum. Sonuçta hepsini aynı ben yazdığım için kendi kendimden intihal etmemeye, kaba tabiriyle tekrara düşmemeye özen gösteriyorum.
Ben bilgisayarımın karşısında, kitabım tam karşımda, son paragrafı son kez okuyup o son noktayı koyduğumda…
Kitabımın ilk bitişinin bende yarattığı duygu tüm gerginliklere, kendini hırpalamalara, kendini yaralamalara değiyor. İş aslında yeni, başlıyor ama kitap bitmiş oluyor ya hani. Gözümün önünde iskeletinin üstü kas ve etle kaplanmış bir kadın bedeni canlanıyor. Islak, kanlı. Derisi, saçları, kirpikleri yok. Tırnakları yok. Ama kadın orada, canlı, nefes alıyor. O yaratıcılık duygusunun, o tatminin tasviri yok.
Her kitap ilk kitap gibi hissettiriyor. Bir yazarın hiçbir kitabı diğerinden iyi veya kötü olmuyor. Seven okuru oluyor, sevmeyen okuru oluyor. Siz bir kitap yazıyorsunuz ve herkes kendi beklentisiyle okuyup kendi anladığını anlıyor. Dolayısıyla ilk birkaç kitaptan sonra siz de yazar olarak “herkes sevse” diye düşünerek yazmayı bırakıyorsunuz. Yıllardır düzenli köşe yazıları yazan bir yazar olarak ben bunu hemen hemen her pazartesi yaşıyorum. Bir pazartesi sizi yere göğe koyamayan okur bir başka pazartesi yerden yere vuruyor. Bu askerlikten ölmeden çıktıysanız yazılarınızı, kitaplarınızı, öyküleriniz, hikayelerinizi kendiniz için yazmayı öğreniyorsunuz. Kitabınızı elinize alıp, kapağına dokunup, yapraklarını koklayıp, adınızın üzerinde bir sevgiliye dokunur gibi parmaklarınızı gezdirdiğiniz o an için yazıyorsunuz. Ve bir kez yazmayı sevdiyseniz hep yazıyorsunuz.