Geçtiğimiz günlerde Trabzonspor ile Fenerbahçe arasında gerilimi yüksek bir maç oynandı ve sağduyulu her taraftarın olmamasını istediği olaylar yaşandı.
Futbolla ilgili çokça konuşan, bitiş düdüğüyle beraber her iki taraf taraftarı yirmi iki tane “salağın” meşin yuvarlağın peşinde koştuğunu düşünmeyen Albert Camus’nun da söylediği gibi; “Kendileri yargılanmasınlar diye alelacele yargıda bulundular.”
Ülkenin geçmişine bakarsak bu yeni değil, asla da son olmayacak. Gözümüz sıklıkla karanlıkla dolacak.
Birbirine göbekten bağlı iki şehrin, birbirinin her uzvunu ezbere bildiğini bilerek, bile isteye kör etmeye çalışanlar olacak.
İki şehir arasında onlarca benzerlikten söz edebiliriz: Bizans’ın ve Osmanlı’nın doğuya ve batıya açılan başkentlerinden bahsederken, Kadıköy’ü İstanbul’un en aydın ve en önemli semti, Trabzon’u da dünyanın en büyük futbol kentlerinden biri kabul edersek sadece, tarihleri de onlarca acı ve sevinçle dolu iki kulübü eksik anarız elbette.
Ama benzerlik bunun da ötesinde bence, ortak dertlerle hemhal olduğumuz günler var hatırlarımızda.
Gittikçe yalnızlaşan Taksim’in kalabalık caddelerinde yürürken, insanların telaş içinde koşturduğu, trafiğin gürültüsünün kulakları doldurduğu anlarda bile bazen beklenmedik güzelliklere rastlamak geçmişte mümkündü.
Ganita’da hayatın akışı içinde kaybolup giden detaylar arasında, insanın ruhunu okşayan küçük anlar vardı.
Balat’ta dolaşırken, bir çocuğun kahkahasıyla karşılaşmak gibi. Belki de o an, işe yetişme telaşı içinde olduğunuz bir zamandı ve bu kahkaha, sizi aniden durdurup düşünmeye sevk ederdi. O çocuğun neşesi, size unuttuğunuz bir parçanızı hatırlatırdı: içinizdeki çocuğu…
Bir başka güzellik, Trabzon Meydan Parkı’na giderken opera binasından yükselen beklenmedik bir müzik sesiydi. Bir sokak sanatçısının melodisi, küf tutmuş beton binalar arasında yankılanırken, insanın kalbine dokunabilirdi. Belki de o melodi, geçmişe dair bir anıyı hatırlatır ve o an, müziğin gücüyle zamanın durduğu ve sadece şu anın var olduğu bir an olabilirdi.
Beşiktaş’ta dolaşırken doğanın küçük mucizelerine de tanık olabilirdiniz. Yıldız Parkı’nda bir ağacın dallarında dans eden yapraklar, bir çiçeğin göz kamaştırıcı rengi veya bir kuşun özgürce uçuşunu görebilirdiniz.
Bu küçük detaylar, insanı hayatın koşuşturmacasından uzaklaştırıp ânın tadını çıkarmaya davet ederdi.
Ve tabii ki her iki esir şehrin sokaklarında karşılaşılan insanların hikâyeleri… Bir dilenciyle yaptığınız kısa sohbet, yaşlı bir teyzenin size gülümsemesi veya genç bir çiftin el ele tutuşması… Bu ve buna benzeyen yüzlerce hikâye, insanın empati duygusunu canlandırır ve ona hayatın değerini hatırlatırdı.
Yoksa bizlerde bundan hiç kalmadı mı?
Melih Günaydın-Mart 2024, İstanbul