Bahariye Alay Emini Oflu Salih’in tıpkı kendi gibi subay olan oğlu Ali Salâhattin, Harbiye’yi bitirince, 1903 yılında, piyade subayı olarak Kütahya’ya ardında da Eğridere’ye atanır. Eğridere’de yeni dostluklar, yeni arkadaşlıklar derken gönlünü subay arkadaşlarından olan Mehmet Ali’nin, ilkokulu bitirmiş, giyimine ve süsüne özen gösteren, okumayı seven, biraz da hafızlık eden on dört yaşındaki kızı Hüsniye Hanım’a kaptırır. Hiç vakit kaybetmeden niyetini arkadaşına açar. Teğmen Mehmet Ali ise kızının Ali Salâhattin Bey ile mutlu bir yaşam süreceğini düşünerek bu evliliğe izin verir. Böylece 1906 yılında Hüsniye Hanım ile Ali Salâhattin Bey evlenmiş olur.
Hüsniye Hanım evlilik hayatına bir türlü alışamaz. Mutsuzdur. Hiç öfkelenilmeyecek durumlarda bile öfkesine hâkim olamayarak öfke nöbetleri geçirir. Üstelik irsî olarak da soyunda birçok melankoli vakası vardır. Ruhsal dünyası bu hâldeyken, Hüsniye Hanım hamile kalır. 1907 yılına gelindiğinde bir oğulları dünyaya gelir. Bebeğe, Salâhattin Bey’in dostu olan Prens Sabahattin’in adını koyarlar. Ancak Hüsniye Hanım oğluna gereken ilgi ve sevgiyi göstermez. Bebeğine karşı soğuk davranır. Evliliği olduğu gibi anneliği de kabullenemez. Nasıl kabullensin ki kendisi de çocuk yaştadır!
Hüsniye Hanım’ın aksine eşi Ali Salâhattin Bey son derece hayat dolu bir insandır. Özgürlüğüne düşkün, dönemin aydınları ile dostluklar kuran, edebiyata özellikle de şiire meraklı, mandolin ve flüt çalan bir subaydır. Ancak eşinin ruhsal sorunları ve ülkenin içinde olduğu savaş durumu, duygusal, alıngan ve ince ruhlu olan Ali Salâhattin Bey’i çok etkiler.
Eşi, ilk çocukları dünyaya geleli bir sene olmasına rağmen henüz anneliğe alışamamış olan Ali Salahattin Bey’in, bir oğlu daha dünyaya gelir. Doğan bebeğe Fikret adı verilir. Çünkü Ali Salâhattin Bey, yakın arkadaşı da olan dönemin ünlü şairlerinden, şiirlerini ezbere okuduğu Tevfik Fikret’in adını oğluna vermek ister. Ancak Ali Salâhattin Bey’in mutluluğu, Balkan ve Trablusgarp savaşlarının başlaması ve Arnavutluk’ta çıkan isyanların baş göstermesiyle kısa sürer. Sabahattin’in doğumundan birkaç ay sonra Edirne’ye gönderilen Ali Salâhattin Bey bu sefer de yeni doğan bebeğine doyamadan yine göreve gönderilecektir!
Eşinin görevine dönmesiyle, çok genç yaşta anne olan Hüsniye Hanım iki küçük çocuğuyla birlikte savaşın ortasında çaresizlik içerisinde bulur kendini. Hayat koşullarının yoruculuğu ile birlikte ruh sağlığı da git gide bozulmaya başlar. Öyle ki küçük oğlu Fikret bir gece uyandığında yatağın ıslak olduğunu hisseder. Uyanıp baktığında annesinin bileklerini kesip intihara teşebbüs ettiğini görür. İki küçük çocuk çaresizlik içinde ne yapacaklarını bilemezler… Korkuyla hemen çevrelerindeki komşularına haber verirler. Böylece anneleri ölümden kurtulur… Sabah olduğunda ise olay Ali Salâhattin Bey’e haber edilir. Ali Salâhattin Bey, gelen haber üzerine, karısını, çocuklarıyla birlikte Edremit’e göndermeye karar verir. Burada Hüsniye Hanım’ın ailesi yaşamaktadır. Ancak Hüsniye Hanım, Edremit’e ailesinin yanına giderken bile mutsuzdur. Birbiri ardına yaşadığı savaşlar ve yoklukla mücadelesi dayanılmaz bir hâl alır. Benliğini derinden yaralar. Bunun yanı sıra kendinden önce yaşlanmış, çökmüş bir adamla evli olmayı da bir türlü kendine kabul ettiremez. Günden güne mutsuzluğu artarak devam eder.
Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra Ali Salâhattin Bey, ailesini Edremit’ten alarak İzmir’e yerleşir. Burada bir tiyatro kiralar, kısa bir süre burayı işletmeye çalışır ama başarılı olamaz. Sonrasında Karşıyaka’da bir gazino açar, burayı da yürütemez. İzmir’de işleri istediği gibi olmayan Ali Salâhattin Bey, 1919’da Yunanlıların İzmir’e girmesiyle burada daha fazla tutunamayacaklarını anlayarak, ailesi ile birlikte yeniden Edremit’e dönerler. Ancak bir yıl sonra, bu kez de Edremit Yunan işgaline uğrar. Böylece Ali Salâhattin Bey’in geçim sıkıntısı kangrene dönüşür.
Bir tarafından eşinin ruhsal rahatsızlıkları bir taraftan da geçim sıkıntısı ile mücadele ederken, bir kız çocuğu daha dünyaya gelir Ali Salâhattin Bey’in. Ne yapıp edip evini geçindirmek, çocuklarının karnını doyurmak zorundadır. Aklına işportacılık yapmak gelir. Çanakkale’deki görevi sırasında yanında emir eri olarak görev yapan Edremitli bir dükkâncıdan otuz liralık borçla, mendil, fanila, makara, iplik gibi tuhafiye malzemeleri alır. Aldığı bu malzemeleri pazar yerinde açtığı sergide satmaya başlar Ali Salâhattin Bey. Ancak yine de kazandığı para evin geçimini sağlamaya yetmez!
Yoksulluktan bunalan büyük oğlu Sabahattin de boynuna bir işporta takarak, içerisine öteberi doldurup babası gibi satmaya başlar. Ailesinin iyi günlerini bilen komşuları, işportacılık yaptığını görmesin diye “makaradis kovarikos!” diye bağırarak Rum mahallelerinin sokaklarını aşındırır Sabahattin. Ali Salâhattin Bey de yavaş yavaş işlerini ilerleterek Edremit’in çevresindeki kasabaların pazarlarında, Havran’da, Ayvalık’ta, Burhaniye’de tezgâh açmaya başlar.
Kocasının ve oğlunun işportacılık yapması Hüsniye Hanım’ın öfke nöbetlerini daha da arttırır. Yakın çevresine “Ben beli kılıçlı zabite vardım, pazarcıya değil!” diye serzenişlerde bulunur. Her akşam yorgun argın evine dönen kocasına bir bahane bularak kavga çıkarır. Kocasına karşı bir bahane bulamadığı zamanlarda da mutlaka kendi annesi ya da babasıyla tartışır. Bu durum çocuklarının da ruh sağlığını derinden etkiler. Öyle ki babasına yakınlık gösteren Sabahattin’i sürekli azarlar, ara ara da döver. Diğer oğlu da huzursuzluk içinde büyüdüğü aile ortamında kekeme olur.
Büyük oğlu Sabahattin, işportacılık yapıp ailesinin geçimine katkıda bulunurken derslerine de gereken önem vererek ilkokulu bitirir. Okumayı öğrendikten sonra da en büyük tutkusu romanlar olur. Eline ne geçerse alıp okur. Aile içindeki huzursuz ortamdan biraz uzaklaşıp nefes almak için, bazen bulduğu sessiz sakin bir köşeye, bazen de sokak lambalarının asılı olduğu direklerin dibine oturup romanlar okuyarak yalnızlığına yoldaş arar. Edebiyat tutkusunun dışında iyi bir eğitim de almak ister tabii ki. İlkokulu bitirir bitirmez İstanbul’daki dayısının yanına gitmeye karar verir. Orada okuyabilmek için tüm olanakları araştırır ama istediği sonucu alamayarak gerisin geriye Edremit’e döner. Böylece yeni adresi Balıkesir Öğretmen Okulu olur.
Bu okulda edebiyat aşkıyla yanan yüreği alev topuna dönüşür. Daha ikinci sınıfa geçtiğinde yazıları yayımlanmaya başlanır. İlk yazısı “Horoz Mehmet” adlı öyküsüdür. Öğrencisinin yazdığı öyküyü okuyan edebiyat öğretmeni Gazalî Bey hayretler içerisinde kalır. Okuduğu öykü karşısında büyülenen öğretmeni, Sabahattin’i daha fazla öyküler yazması konusunda cesaretlendirir. Sabahattin de arkadaşları ile birlikte gazete çıkartır. Birbiri ardına yayımlanan yazıları ile dikkatleri üzerine çeker. Böylece ilerleyen yıllarda edebiyat tarihimize damgasını vuracak olan Sabahattin Ali isminin de temelleri atılmış olur.
Sadece edebiyata tutkun değildir Sabahattin Ali. Kızlara karşı da büyük ilgi duyar… Her zaman birilerini sevme, birilerine âşık olma eğilimindedir. Özellikle Balıkesir Kız Öğretmen Okulu Öğrencileri arasında onun hislerini derinden etkileyen kızlar vardır. Onlara ulaşabilmek, onlarla konuşabilmek için her yolu dener. 1924 yılının Mart ayında Balıkesir Kız Öğretmen Okulunda düzenlenecek bir gösterinin haberini alır Sabahattin Ali. Hoşlandığı kızlar da orada olacaktır… Ne yapıp edip gösteriyi izleyecektir! Çünkü beğendiği kızlarla tanışabilmesinin en iyi yolu bu gösteriye gidebilmesidir.
Gösterinin yapılacağı saatlerde Sabahattin Ali’nin dersleri vardır. Kendi okulunda olması gerekir. Ama o, hoşlandığı kızlarla tanışabilmek için okuldan kaçmayı göze alır. Başına bir örtü, sırtına da bir yeldirme geçirerek Kız Öğretmen Okulu’nun yolunu tutar. Böylece hiç kimseye hissettirmeden gösterinin yapılacağı yere rahatlıkla girer. Ancak Sabahattin Ali’yi kıskanan öğrencilerden biri olan Abdülkadir’in durumu okul idaresine bildirmesiyle bu oyun sona erer. Yakalanır Sabahattin Ali… Müdür onu odasına çağırıp “Sakın paranı harcama seni babana göndereceğim!” der. Sonrasında da onu okulun inzibat meclisine verir. Sevdiği kızları biraz olsun görebilmek uğruna okuldan atılacaktır!
Okuldan atılacağı ve gelecekteki hayallerini gerçekleştiremeyeceği için çok korkar Sabahattin Ali. Okulda kalabilmek için kendi kendine çareler aramaya başlar ama bir türlü çıkış yolu bulamaz. Akşam olduğunda yakın arkadaşı Naci’ye bir mektup bırakır. Mektubunu hemen açmaması gerektiğini söyler. Ama o sırada Sabahattin Ali’nin belinde bir ip de sarılıdır. Naci, ipi ve mektubu görünce endişeye kapılır. Sabahattin Ali yanından uzaklaşınca hemen mektubu açar. Mektubun içinden şu dizelerin yazılı olduğu bir şiir çıkar:
Kardeşim Naci beni
Kovacaklar mektepten
Ya kovsalardı seni
Ne yapardın acep sen
İşte ben karar verdim
Bu gece öleceğim
Üzülme sen çünkü ben
Göklerde gezeceğim.
İntihar mektubu gibi bir şiiri okuyan Naci, durumu hemen nöbetçi öğretmene bildirir. Nöbetçi öğretmen ile Naci, Sabahattin Ali’nin arkasından koşarak onu bir çam ağacının altında bulurlar. Sabahattin Ali, tek çıkış yolunu intihar etmekte bulmuştur. Aslında Sabahattin Ali sadece okuldan atılmasına değil, bu zamana kadar yaşamış olduğu dramatik aile yaşantısına da böylece tepki vermiş olacaktı… Bu olay üzerine, öğretmenleri, canına kıyabileceği endişesi ile onu okuldan atmaktan vazgeçerler.
Yaz tatili olduğunda, soğuduğu ve hevesinin kırıldığı okulundan uzaklaşacağı için mutludur Sabahattin Ali. Fakat mutluluğu kısa sürer… Çünkü annesinin rahatsızlığı iyice kontrolden çıkmıştır. Öyle ki Ali Salâhattin Bey, maddi olarak getirisinin çok olduğu yeni bir işe girip, çocuklarıyla ve eşiyle daha fazla vakit geçirmesine rağmen Hüsniye Hanım’ı bir türlü mutlu etmeyi başaramaz. Hüsniye Hanım yine olur olmadık gerekçelerle tartışmalar çıkarıp, öfke nöbetleri geçirir. Artık hastalığı dayanılmaz bir hal alınca da onu İstanbul’daki La Paix Hastanesi’ne yatırmaya karar verirler. Hüsniye Hanım burada altı ay kadar süreyle tedavi olduktan sonra taburcu edilir. Ancak Hüsniye Hanım tam olarak iyileşememiştir… Ali Salâhattin Bey ise karısının iyileşene kadar tedavi görmesi gerektiği taraftarıdır. Tedavisini tamamlaması için elinden geleni yapmak ister. Ancak Ali Salâhattin Bey günde altı lira tutan hastane masraflarını artık ödeyemeyecek hale geldiğinden durumu Hüsniye Hanım’ın doktor kardeşine bildirir. Böylece Hüsniye Hanım’ın tedavi göreceği yeni hastane Zeynep Kâmil olur.
Annesi İstanbul’da tedavi gören Sabahattin Ali, yaşanan olaylardan soran okulundan iyice soğumuş, arkadaşlarına karşı da güveni zedelenmiştir. Bir daha Balıkesir Öğretmen Okulu’na devam edemeyeceğini anlayarak, lisenin son sınıfına İstanbul Muallim Mektebi’nde devam etmeye karar verir. Bu okuldaki edebiyat öğretmeni şair ve yazar Ali Canip (Yöntem) olur. Onunla uzun uzun vakitler geçirerek, yazarlık konusunda kendini geliştirir. Böylece bu okulda biraz olsun mutluluğu yakalar Sabahattin Ali. Ta ki Edremit’ten gelen kara habere kadar…
Babasının kalbi onca yaşanmış mutsuz günlere daha fazla dayanamaz. Eşinin yıllar süren ruhsal sorunları, ekonomik bunalımları, küçük oğlu Fikret’in istediği gibi bir öğrenci olamayıp okulu bitirememesi, küçük kızına hem annelik hem babalık yaparak ona anne sevgisini hissettirme çabaları sinsice yer bitirir Ali Salâhattin Bey’in sağlığını. Yıllarca mücadelesini verse de eşinin iyileşmesini göremeden veda eder dünyaya…
Hüsniye Hanım ise eşinin vefatından haberdar dahi olamaz. Tedavisi tamamlanıp, Balıkesir’e döndüğünde Ali Salâhattin Bey’in aylar önce defnedildiğini öğrenir. Sabahattin Ali ise babasının ölümünden annesini suçlayarak, babasına duyduğu sevgiyi 15 Ocak 1927’de Orhan Seyfi’nin yönettiği Güneş dergisinde basılan “Babam İçin” şiirinin şu dizeleri ile yüreğinin derinliklerine gömer:
(…)
Elim böğrümde kaldım
Ben bugün haber aldım;
Babamın öldüğünü
(…)
Kaynakça:
Topuz, H. (2012). Başın Öne Eğilmesin (11.Baskı) İstanbul: Remzi Kitabevi.
Bezirci, A. (2007). Sabahattin Ali (2.Baskı) İstanbul: Evrensel Basım Yayın.
Sönmez, S. (2017) A’dan Z’ye Sabahattin Ali (2. Baskı) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.