Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın olduğu yıllarda, işgal altındaki İstanbul’da İngiliz ordu takımı ile Türk Milli Takımı Taksim Stadı’nda karşı karşıya gelir. Ancak bu maç sıradan bir futbol mücadelesi değildir! Savaş halinde olan iki ülkenin oyuncuları futbol sahasını savaş alanı olarak görürler. Karşılaşma böylece futbol mücadelesi olmaktan çıkıp ulusal yenişme halini alır.
Taksim Stadı, iki takımın taraftarlarıyla tıklım tıklım doludur. Kimsesiz kalan şehit çocuklarının barınması için kurulan Beykoz Darüleytamından gelen çocuklar da karşılaşmayı izlemeye gelenler arasındadır. İlk kez futbol karşılaşmasına gelen darületaymlı çocuklar Beykoz takımında oynayan Laz İbrahim ile Emin’i sahada gördükleri anda büyük bir coşkuya kapılırlar. Çocuklar, ‘’Yaşa İbrahim Abi! Yaşa Emin Abi!’’ diye bağırarak Beykoz’dan tanıdıkları oyunculara destek verirler. Ancak öğretmenleri Pertev Bey, ‘’Aman çocuklar, çok bağırmayın. Karşımızdakiler yalnızca oyuncu değil, aynı zamanda düşmanlarımızdır. Sessizce seyretmeye bakın. Sonra oyuncularımıza kötülük yaparlar’’ diyerek darületaymlı çocukları uyarır. Mücadeleyi izlemeye gelenler arasında Veliaht Mecid Efendi’nin oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi de vardır. Karşılaşmadan galip gelene kupayı o verecektir…
Mücadele Türkiye’nin baskılı oyunu ile başlar. Kaptan Emin, sık sık buluştuğu toplarla İngilizlerin kalesini adeta abluka altına alır. Türkiye’nin karşısında hiç beklemedikleri oyunla karşılaşan İngilizler neye uğradıklarını şaşırırlar. İlk gol de karşılaşmanın henüz başında Türkiye’den gelir. Golü atan futbolcu Kaptan Emin’dir. Bu golle birlikte de sanki stadyum yıkılıyormuş gibi sevinç uğultuları duyulur.
Türkiye’yi küçümsemek için ordu takımları ile sahaya çıkan İngilizler, savaşın soğuk ve karanlık yüzünü hemen sahaya yansıtırlar. Türklerin atakları karşısında sert fauller yaparak tribünleri tahrik etmeye çalışırlar. Ancak Ay Yıldızlı futbolcular rakiplerinin ağır tahriklerine karşı, her pozisyonda yedikleri tekmelerle yere savursalar dahi etten kemikten değil de çelikten yaratılmışlar gibi mücadelelerini sürdürdüler.
Sahadaki futbolcular gibi tribündeki taraftarlar da durmak bilmeyen tezahüratları ile İngilizlerin moralini alt üst eder. Kaptan Emin’in ayağına gelen her top, bomba gibi İngilizlerin kalesine gider. Türkiye’nin İngiltere karşısındaki başarısı ve tribünlerin coşkusu Şehzade Ömer Faruk Efendi’yi tedirgin eder. Çünkü Padişah Vahidettin’le arası açık olan babası gibi kendisi de Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı’nı destekleyenler arasındadır ve İngilizler de bu destekten pek hoşnut değildir! Hal böyle olunca da maçta çıkabilecek herhangi bir taşkınlık hem kendisi hem de ülkesi için iç açıcı sonuçlar doğurmayabilir.
Karşılaşmanın bitmesine kısa süre kala bir İngiliz denizcisi, stadyumun kapısına asılmış olan büyük bir Türk bayrağını aşağı indirip yırtmasıyla birlikte ortalık birbirine karışır. Türk polislerinden biri belinden çıkarttığı tabancasıyla bu provokatörü vurmaya kalkar. Ancak polisin İngiliz’i vurmasıyla birlikte büyük bir belanın çıkacağını anlayan taraftarlar polisin elinden İngiliz denizciyi alarak büyük bir olay yaşanmasını önlerler. Ancak yaşanan bu olay Türklerin ortaya koyduğu mücadeleye gölge düşürmüştür.
Karşılaşma İngilizlerin yenilgisiyle sona erer. Büyük bir hezimet yaşayan İngilizler aceleyle stadı terk ederler. Türk Milli Takımı oyuncuları ve taraftarları aldıkları galibiyetle birlikte büyük bir coşku yaşarlar. Savaş kazanılışmış gibi elde edilen bu zafere en çok sevinenler de şüphesiz ki anne ve babalarını savaşın acımasızlığı içinde kaybeden darületaymlı çocuklardır…
Darületaymlılar, Taksim’den Beykoz’a dönerlerken coşku yerini yine yavaş yavaş hüzne bırakmaya başlar. Çünkü onları daha büyük bir maç beklemektedir… Açlık! Hatta Taksim Stadı’nda karşılaşmayı izleyen çocuklar arasında edebiyata ve resme karşı yeteneği olan Hasan İzzettin, ilerleyen yıllarda dram dolu yaşamını ortaya koyduğu birbirinden değerli eserlerinde kaleme alacaktır…
Trabzonlu Ahmet Çavuş’un oğlu olan Hasan İzzettin, açlık ile babası hayattayken tanışmaya başlar. Yemen’e vatani görevi için giden Ahmet Çavuş, görevini tamamlayıp tekrar memleketine döndüğünde hayata tutunabilmek için İstanbul’daki akrabalarının yanına yerleşmeyi düşünür. Yedi sekiz inek alarak ailesinin geçimini sağlamaya çalışan Ahmet Çavuş’un işleri, savaşın başlamasıyla birlikte bir anda bozulur. Maddi imkânsızlıklar yüzünden İstanbul’da daha fazla kalamayacağını anladığında ise ailesiyle birlikte Trabzon’a dönmek için yola çıkarlar. Ancak tutunamayıp, Trabzon’a dönüyor olmak Ahmet Çavuş’u çok üzer.
Ahmet Çavuş ve ailesi, İstanbul’a geldikleri Gülcemal adlı vapura binerek Trabzon’a doğru yol alırlar. Ahmet Çavuş, yolculuk esnasında Trabzon’da ne yapacağını kara kara düşünürken vapur Samsun Limanı’na yanaşır. O sırada tarlasında çalıştırmak için işçi arayan bir adam Gülcemal’in kamalarını dolaşmaya başlar. Tarlasına işçi arayan bu adam, Ahmet Çavuş’un akrabasıdır! Ahmet Çavuş, Trabzon’a dönmeyip tarlada çalışacaktır… Hiç düşünmeden eşi ve çocuklarını vapurdan indirerek akrabasının yanına yerleşmeye karar verir.
Trabzonlu ailenin Samsun’a yerleştiği günlerde 1. Dünya Savaşı da başlamıştır. Eli silah tutan birçok kişi askere alınmaktadır. Askerden yeni dönen Ahmet Çavuş ve on altı yaşındaki büyük oğlu Ali de askere çağrılanlar arasındandır. Ahmet Çavuş, yanından hiçbir zaman ayırmadığı kemençesini de alarak oğlu ile birlikte Yemen’e doğru yola çıkarlar. Bu ayrılış ebedi bir ayrılış olur. Ahmet Çavuş ve oğlu Ali, şehit oldukları Yemen’den bir daha dönemezler!.. Hasan İzzettin, annesi Şakire hanımı da kısa bir süre sonra yattığı hastanede uygulanan yanlış tedavi sonucu kaybeder. Böylece Trabzon Akçaabatlı dokuz kişilik aileden üç kişi hayatta kalır.
Artık Hasan İzzettin için açlık günleri de başlayacaktır. Hasan İzzettin ve iki kız kardeşi annesi hastaneye yatırılmadan önce Kazım Karabekir’in, şehit çocuklarının barınması için açtırdığı darüleytama yerleştirilirler. Savaşın şiddetiyle birlikte darületaymda kalan kimsesiz çocukların hayat mücadelesi de gittikçe zorlaşır. Çocukların ayağında ayakkabı bile yoktur… Ancak devlet, yarı aç yarı tok kalacakları şekilde de olsa gıda ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır. Kimsesiz çocuklar için bu bile yeterlidir ancak bu durum da kısa sürer. Okula ekmek, et, sebze gibi temel gıda malzemelerini getiren tüccarlar devletten paralarını alamamaya başlayınca, darüleytamlara gıda yardımı da gelmez olur. Çocukların ihtiyaçlarını gideremeyen devlet sonunda pes eder. Samsun Darületaymı dağıtılacaktır!.. Padişahın buyruğu ile Hasan İzzettin ve kardeşleriyle birlikte on beş çocuk Şam vapuruyla Samsun’dan İstanbul’a gönderilir. Erkekler Beykoz’a, kızlar ise Validebağ’a yerleştirilir. Böylece Hasan İzzettin’in açlığa karşı verdiği mücadeleye bir de uzun süre görüşemeyeceği kardeşlerinin hasreti eklenir.
O yıllarda köy okullarında çok ciddi sayıda öğretmen açığı olduğundan darüleytamdaki öğretmenlerinin yönlendirmesiyle Sivas Öğretmen Okulu’na kayıt olur. Sivas’ta başarılı bir öğrenci olur Hasan İzzettin… Ama buna rağmen öğretmen olmak istemez. Onun gönlü, Güzel Sanatlar Akademisi’ne girip, iyi bir eğitim alarak sanatçı olmaktadır.
Hasan İzzettin, okulu yaz tatiline girdiğinde hayallerinin peşine doğru yolculuğa çıkar. İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi’nin sınavlarına girecektir. Ancak İstanbul’da onu büyük bir sorun da beklemektedir; kalacak yeri yoktur! Gündüzleri caddelerde dolaşarak, geceleri de cami tuvaletlerinde kalarak geçirecektir. Tabii ki böyle bir yaşantıda da açlıkla ve gecelerin dahi üstünü örtemediği karanlık dünyanın sapkınlıklarıyla mücadele etmekten geri durmayacaktır.
Günler geçtikçe camilerin tuvaletleri tekinsiz bir hal almaya başlar. Her türden insanlar bu tuvaletlere girip çıkmaktadır. Geceler Hasan İzzettin’i iyice korkutur. Bu sebeple kendine daha güvenilir yerler aramaya başlar. Köprü altı çocukları aklına gelir. O da Galata Köprüsü’ne gidecek, kendine uygun bir yer bulup orada yaşamaya devam edecektir. Gün ışıdığında, aç susuz Sultanahmet’ten Eminönü’ne doğru yürümeye başlar. Açlık ve susuzluk adımlarını engellese de yürümeye devam eder. Pastırma, sucuk satan dükkânların önünden geçtikçe derin bir iç geçirir ve açken tezgâhlara dahi dokunamamak onu isyana sürükler.
Hasan İzzettin, akşam olduğunda Eminönü’nde Boğaziçi vapurlarının kalktığı iskelelerden birinin bekleme salonuna girip iskele kapanana kadar biraz olsun uyumak ister. O sırada iskelede kendisi gibi sokaklarda yaşayan iki insanı daha orada uyurken görür. Ama Hasan İzzettin’in dikkatini, iskelenin dışında bir lokantanın önünde oturan kendinden birkaç yaş büyük, gözlüklü, elindeki kâğıtlara kurşun kalemiyle bir şeyler karalayan genç çeker. Bu genç saatler ilerleyip herkes kalkıp gittiği halde Üsküdar’a doğru bakarak elindeki kâğıda bir şeyler yazmaya devam eder. Bu sırada da iskeledeki görevliler Hasan İzzettin’le birlikte diğer uyumaya gelenleri dışarı çıkarıp, iskelenin kapısını kapatırlar. Daha sonra da polis gelerek berduşları iskelenin etrafından uzaklaştırır. Polisler daha sonra da elindeki kâğıda bir şeyler karalayan gencin yanına giderek ona ne yaptığını sorarlar. Bu genç adamın adı Sabahattin Ali’dir!
Sabahattin Ali, ‘’Köprüde Sabah’’ adlı şiirini yazabilmek için köprüde sabahın nasıl olduğunu gözlemlemek için Galata Köprüsü’ne gitmiştir. Konuşmalardan bu genç adamın Sabahattin Ali olduğunu öğrenen Hasan İzzettin de hemen Sabahattin Ali’nin yanına sokulur. Yoksa polis onu da diğer berduşlar gibi köprünün etrafından uzaklaştıracaktır… Polisler, Sabahattin Ali’ye, Hasan İzzettin’i tanıyıp tanımadığını sorarlar. Hasan İzzettin’i daha önce tanımasa da onun gözlerinin içine bakıp, durumunu anlayınca onu tanıdığını söyler. Böylece polisler iki genç şairin yanından uzaklaşır.
Sabahattin Ali de tıpkı Hasan İzzettin gibi Trabzonludur. Birbirlerine çok ısınırlar… Hasan İzzettin’in de o yıllarda şiirleri yeni yeni dergilerde gözükmeye başlar. Yanından hiç ayırmadığı çantasından şiirlerini çıkararak Sabahattin Ali’ye gösterir. Edebiyatın da aralarına girmesiyle sohbetleri daha da derinleşir. Şiir ve dönemin edebiyatı üzerine uzun uzadıya konuşurlar. Ancak sabahın ilk ışıklarıyla birlikte ayrılık vakti gelir.
Bizler de Sabahattin Ali’nin kurşun kaleminden çıkan ‘’Köprüde Sabah’’ adlı şiirini ne zaman okusak, şiirin şu dizelerinde, İstanbul’daki açlık içinde geçen günlere dayanamayıp, Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencisi olmak hayallerinde kalan ama ilerleyen yıllarda edebiyatımızın dev isimlerinden biri olacak olan Hasan İzzettin Dinamo’nun ıstırabını yüreğimizde hissederiz:
Dağlar dudaklarını boyar pembe bir tüyle
Köprüde fersiz gözler açılır üzüntüyle
Sabah, ızdırap çeken kalplerin akşamıdır.