Vatani görevimi yapmak için ilk durağım, Samsun Sahra Sıhhiye okulu oldu. Dört hafta boyunca yoğun bir şekilde iyi bir asteğmen psikolog olabilmek için eğitim aldık. Bu eğitimlerin yanı sıra unutmayacağım dostlar da edindim; Cafer’i, Tahir’i, Faruk’u ve Koray’ı 18. Koğuş’ta tanıdım. Zaman sanki durmuştu ancak eğitimlerin yoğunluğu ve arkadaşlarımla geçirdiğim vakitler sayesinde takvimler yavaş da olsa ilerledi. Tabii ki kitaplarıma da haksızlık edemem, askeriyenin içinde de, her zaman olduğu gibi, kendimi ne zaman yalnız hissetsem yanımda oldular…
Eğitimlerimizin üzerinden tam dört hafta geçmişti, artık yavaş yavaş Samsun’a veda etme vakti gelmişti. Asıl görev yerlerimize gidebilmek için de sırayla kura çekecektik. Ne yalan söyleyeyim, Trabzonluyum, yani denizin çocuğuyum; bu sebeple deniz kenarı olan illerimizden birinde görevimi tamamlamak istiyordum. Olmazsa da daha önce hiç gitmediğim ama çok merak ettiğim başkentimize gitmek beni mutlu edecekti. Ne de olsa Ankara, cumhuriyetimizin ilan edildiği şehirdi… Ancak bu benim istediğimle olabilecek bir şey değildi. Koğuş arkadaşlarımla birlikte heyecan içinde kura çekeceğimiz günü bekledik. Ve sonunda o gün geldi… Herkes sırayla kurasını çekti; kimi gideceği yere sevinirken kimi de üzülüyordu. Tüm kuralar çekildikten sonra geriye sadece iki ilimiz kalmıştı; Hakkâri ve Ankara. Son iki kişi olarak koğuş arkadaşım Faruk’la birlikte kuralarımızı çekecektik. İlk isteğim olmadı tabii ki, deniz kenarı illerimize gitme şansım kalmamıştı! Artık çekeceğim kura kâğıdında Ankara yazsın istiyordum. Faruk’tan önce gidip kuramı çektim gözlerimi kapatarak. Ve sonunda istediğim oldu, Asteğmen Yıldız olarak başkentin yolunu tutacaktım. Mutluydum…
Ankara’ya vardığımda ailemle birlikte ilk olarak Aslı Teyzemlere gittik; eşi Sefa Abi’nin ve dede dostum Mehmet Amca’nın da emekleriyle, görev sürem boyunca kalabileceğim bir ev arayışına girdik. Ancak bu arayışlarımızın telaşı arasında Anıtkabir’e gittim. Çünkü bir Türk genci olarak en başta gitmem gereken yer orasıydı. Zaten Ankara tam anlamıyla Mustafa Kemal Atatürk değil miydi? Her adımımda onun eserlerine denk geliyor, her yerde cumhuriyetimizi soluyordum. Ve Anıtkabir’de uzunca bir süre vakit geçirdikten sonra Ata’nın huzurundan ayrıldım.
Birkaç gün sonra Ankara’daki günlerimi geçireceğim evi bulduk. Evim Eryaman’da olacak, ben de servisle Çankaya’ya gidip gelecektim. Tabii ki çoğu akşamlar da metroyla… Hızlıca evin boyası ve temizliği yapıldıktan sonra eve taşınabildim. Böylece Ankara günlerim de tam anlamıyla başlamış oldu. Ve annem babam da Ankara’dan ayrıldı. İlk hafta askeriyedeki işlerime odaklandım, yavaş yavaş da şehre alışmaya çalıştım. Mesai saatlerinden sonra Bahçeli’den Kızılay’a doğru yürüyüşler yaptım. TBMM’yi, bakanlıkları ve kuvvet komutanlıklarının binalarını gördüm. Aslında daha devasalar binalar bekliyordum ama hepsi de mütevazıydı. Buralar, benim gibi Ankara’ya ilk kez gelen biri için önemliydi. Ne de olsa devletin kalbi burada atıyordu. Sonrasında kitapçıları ve kitap okuyabileceğim kafelerin yerlerini keşfettim. Bunlar benim için nefes alma yerleriydi… Ankara’daki kitapçıdan aldığım ilk kitabı ise hâlâ hatırlarım: Cervantes’in Don Kişot’u.
Hafta içi sadece akşam vakitlerinde gezebildim başkenti. Bu sebeple en çok Kızılay’da ve Sıhhiye’de vakit geçirdim. Ancak ben en çok Ulus’u merak ediyordum. Çünkü Ankara hakkında yapmış olduğum araştırmalara göre görülmesi gereken yerler buradaydı. 1. TBMM, 2. TBMM, Ankara Kalesi, Anadolu Medeniyetleri Müzesi… Ve Ankara’daki ikinci hafta sonumda bu merakımı giderebilmek için cumartesi sabahı erkenden kalkıp Ulus’un yolunu tuttum. Ulus’tan âdeta büyülendim. Sanki bir yerlerden Atatürk ve İnönü bana doğru sesleniyordu; sanki cumhuriyetimizi kuran o kıymetli, o ölümsüz insanlardan biri gibi hissediyordum kendimi.
İlk önce 1. TBMM’yi daha sonra da 2. TBMM’yi gezdim. Biraz dinlendikten sonra da yürüye yürüye, adını ve namını sonradan öğreneceğim Çinçin’e ulaştım. Amacım yürüyerek müzeye dönüştürülen Ulucanlar Cezaevi’ne gitmekti. Tabii ki buralar bilgi sahibi olduğum yerler değildi. Evler âdeta harabeye dönmüştü. Sanki in cin top oynuyordu. Biraz tedirgin olmuştum ama bir maceranın içinde gibi de heyecanlıydım. Etrafımı izleyerek ve yanımdaki fotoğraf makinesiyle de terk edilmiş evlerin fotoğraflarını çekerek yürümeye devam ettim. Bir anda yolumu kaybettim hissine kapılarak etrafımda birilerini aradım. Sonunda yıkık bir gecekondunun önünde sigarasını içen yaşlı bir adama denk geldim. Yüzünde yılların çilesi ve yorgunluğu vardı. Bu o kadar belliydi ki!
Yaşlı adamın yanına yaklaştım, “Merhaba, Ulucanlar’a nasıl gidebilirim?” diye sordum.
Bir süre sessizlik oldu. Sanki yanlış bir şeyler sormuştum. Yaşlı adamın beni tersleyeceğini düşündüm. Ve o anda cevap verdi:
“Gidecek başka yer bulamadın mı? Orası benim yıllarımı yedi yıllarımı… Şu yolu takip et, önüne çıkacak,” dedikten sonra yüzüme bile bakmadan sigarasını içmeye devam etti.
Bende tek bir söz söylemeden ve ardıma bakmadan, birçok acının yaşandığı Ulucanlar’ı görebilmek, oradaki hikâyeleri yüreğimde hissedebilmek için yoluma devam ettim. Yaşlı adamla diyaloğum ve bu mahallede gördüklerimse hiçbir gün aklımdan çıkmadı. Acaba neden böyle bir tepki vermişti? Neler yaşamıştı da cezaevine girmişti? Peki bu Çinçin nasıl bir yerdi? Terk edilmiş bu evlerin her birinin ayrı bir hikâyesi olmalıydı; ama ne? Bu sorular zihnimi hep meşgul etti. Ta ki Yaşar Seyman’ın Altındağ Hüznün Coşkusu kitabını okuyana dek.
Altındağ’ı ve Altındağ’da yaşayan insanları şüphesiz ki bize en iyi anlatacak isimlerin başında Yaşar Seyman gelir. Her ne kadar Erzincan’da Erzincanlı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelse de 1960’tan itibaren, çocukluğunu ve gençlik dönemlerini Ankara’nın bu gecekondu bölgesinde geçirmiş biridir o. Hem de muhtarın kızı olarak, babasıyla birlikte muhtarlıkta çalışarak… Tıpkı Anadolu’nun farklı bölgelerinden, şehirlerinden ve kültürlerinden gelen diğer Altındağlılar gibidir. Ama unutmamak gerekir ki her Altındağlı birbiriyle akrabadır; kan bağları olmasa da. Çünkü onlar farklı kültürlerin ve bölgelerin insanları olsalar bile birlikte Altındağ kültürünü oluşturup yaşayanlardır. Bundan daha öteye akrabalık olabilir mi? Hâliyle, biraz iddialı olacak ama, eli kalem tutan bir Altındağlı olan Yaşar Seyman’dan başka, bu bölgeyi anlatabilecek biri olamaz.
Yaşadıkları gecekondu mahallesinin dışındaki kimselere güvenemez Altındağlılar. Özel hayatlarını, acılarını ve sevinçlerini paylaşamazlar. Her an alıp götürülüp cezaevine konulma korkusunu yaşarlar. Ama Altındağ Hüznün Coşkusu kitabında bu böyle değildir. Çünkü Yaşar Seyman, onların gurur duydukları kızlarıdır; ona konuşsalar, yaşadıkları hayatları anlatsalar başlarına hiçbir şey gelmeyeceğini bilirler. Zaten başlarına bir şey gelse de kızları Yaşar onların yanındadır.
Yaşar Seyman da bu güven duygularını heybesine yükleyip yola koyulur. Altındağ’da yaşayanlarla tek tek konuşur, onların hikâyelerini toplar. Anlatılan bazı hikâyelerde de kendini bulur. Ve topladığı hikâyeleri heybesinden çıkartıp kalemine sarılır. İlk önce Anadolu’nun mücadeleci kadınlarının hikâyelerini okuruz kitapta; Cici Bacı’nın, Gülistan’ın ve diğerlerinin. Ne de olsa Yaşar Seyman da tam bir Anadolu kadınıdır. Mücadelecidir… Hem sendikacı hem siyasetçi hem de yazar olarak bu ülkenin insanına faydalı olabilmek için yıllarca mücadele vermiştir, vermeye de devam etmektedir.
Kitabın sayfalarını çevirdikçe, acı bir gerçek olan, Altındağ’ın gecekondulaşma sürecini öğreniriz… Derme çatma da olsa başlarını sokacakları, bir gecede kurdukları evleri olan insanların heyecanlarına ortak oluruz. Elbette gecekondu bölgesi olunca burada yaşayan insanların belediyeyle olan dertleri de bitmez. Sürekli zabıta çalar kapılarını; bazen de bir gecede ortaya çıkan evleri başlarına yıkılır. Bir gün önce sevinen insanların yüreğini bir gün sonra hüzün kaplar. Yani kitabın adı boşuna Altındağ Hüznün Coşkusu değildir. Diyelim ki evleri başlarına yıkılmadı bu insanların, alt yapı, ulaşım ve çocuklarının okul sorunları da en az evlerinin yıkılması gibi büyük bir derttir onlar için. İşte bu insanların dertlerine de ortak oluruz Yaşar Seyman’la.
Altındağ’a polis ve jandarma sık sık gelir. Bazen kumar oynanan kulüptekileri, bazen hırsızlık yapmak zorunda kalanları, bazen de yaşadıkları hayata isyan edip siyasi mücadele veren insanları alıp götürür. Gittikleri yer de genellikle Ulucanlar Cezaevi olur… Mahalle içinde yaşanan tartışmalar ve sonrasında gelişen kavgalar da vardır ama bunlar orada yaşayan insanlar için pek önemli değil, sıradan hadiselerdir. Ancak burada yaşanan hadiseler, görünmek istenmese ve karanlıkta bırakılsa da gerçektir. Acı doludur yani o bölge insanının anıları… Yaşar Seyman bu gerçeğe sırtını çeviremez. Ve Altındağ Hüznün Coşkusu kitabıyla karanlığa bir ışık yakar. Sırf bu gerçeği bizler de görelim, yoksullukla imtihan hâlinde olan insanların elinden tutabilelim diye.
Altındağ’da güzel şeyler de olur. Özellikle Altındağ Tiyatrosu burası için çok önemlidir. Özellikle, ben izlememiş olsam da, Altındağ Hüznün Coşkusu kitabının tiyatro uyarlamasında, sahnede kendini gören Altındağlıların o günkü anılarını okuduğumda onların heyecanlarına ortak oldum. Keşke orada ben de olsaydım, dedim kendi kendime… Hor görülen, yok sayılan, sosyoekonomik, sosyokültürel düzeyi düşük varsayılan ve maalesef bazı sanatçıların gitmek istemediği bölgelerin insanlarının, aslında sanat dolu bir ruhları olduğunu gördüm. Sanatın, belli başlı sınıfa değil de ruhunda iyiliği, güzelliği barından her insana ait olduğunu kazıdım yüreğime.
Hiç istemesem de Altındağ Hüznün Coşkusu artık bitmişti. Birçok kitapta olduğu gibi bu kitapta da birçok insanı tanımıştım. Kitabın kapağını kapattığımda ise bir süre bu yeni tanıştığım insanlar geldi gözümün önüne. Ve aklımdan hiç çıkmayan o Çinçinli yaşlı adamı düşündüm. Belli ki bu anlatılanlardan biri de onun hikâyesiydi.
Haklısın be amca, ne işim var Ulucanlar’da…