Mertcan Karacan: Muhteşem bir kitap duruyor masamda: Aklın Uçurumunda. Yazınımıza ilkin bir öykü seçkisi, ardından bir çocuk romanı kazandıran Melih Yıldız’ı üçüncü kitabında tarih-araştırma kulvarına iten ilhamın kaynağı nedir, öğrenebilir miyiz bunu?
Melih Yıldız: Aslında daha önce yayımlanan kitaplarımdan önce araştırma üzerine kurulu denemelerim çeşitli dergilerde yayımlanıyordu. Bundan sonra da hep bu tarzda yazacağım. Çünkü beni yeni bir bilgi ve belge çok heyecanlandırıyor, bunları insanlarla hemen paylaşmak istiyorum. Bunun en iyi yolu da Aklın Uçurumunda’da olduğu gibi araştırdığım ve beni heyecanlandıran bir bilgiyi belli bir hikâye çerçevesinde okurlara sunmak. Benim araştırmacılığım aslında lise yıllarıma dayanıyor. Haluk Oral’ın çocukluğumun geçtiği Pendik’te açmış olduğu bir imzalı kitap sergisiyle, efemeralara ve imzalı kitaplara ilgim arttı. Birçok efemera ve imzalı kitap toplamaya başladım. Üniversite yıllarımda ise sahaflarla tanışınca bu merakım daha da ileri boyutlara geldi. Ciddi bir imzalı kitap ve efemera koleksiyonum oldu. Özellikle sahaf Selami Cansız da bu hevesimi çok destekledi. Sonrasında da ustam Sunay Akın ile tanıştım ve onun karanlığa doğru yakmış olduğu ışığı takip ettim. Hepsi bir araya gelince yani efemeralarım birikince yeni yeni hikâyelerin peşine düştüm. Birçok hikâyeyi kaleme aldım. Tabii ki mesleğim de psikolog olunca ilk önce psikoloji dünyasında geçen hikâyeleri kaleme almak istedim. Çünkü Mazhar Osman’ın kurmuş olduğu hastanede uzunca bir dönem staj yaptım, orada kaldığım süre boyunca da birçok hikâyeyi öğrenmiş oldum. Bu hikâyeler de bambaşka hikâyelerin kapısını açtı. Böylece Aklın Uçurumunda ortaya çıktı. Bundan sonra da başka alanlardaki hikâyelerin izini süreceğim.
Mertcan Karacan: Aklın Uçurumunda‘nın uzun bir okuma sürecinden damıtılarak yazıldığı çok belli. Bize biraz bu süreçten bahsedebilir misiniz? Kaç yıllık bir emeğin ürünü, Aklın Uçurumunda?
Melih Yıldız: Evet, söylediğin gibi, kitabın okurla buluşması uzunca bir zaman aldı. Bir hikâyenin ortaya çıkması için onlarca kitap okudum diyebilirim. Tabii ki okuduğum her kitapta da istediğim bilgiye ulaşamadım. Ancak her okuduğum kitap bana yeni bir yol açtı. Bu tip kitapların yazılma sürecinde bir bilgi başka bir bilgiyi doğuruyor. Hâliyle yeni bir bilginin peşine koşarken buluyor insan kendini. Aklın Uçurumunda’yı yazarken bu durum sıklıkla başıma geldi. İyi ki de geldi! Şimdi bir başka kitabın teması oluşmuş oldu. Ayrıca kitabın yazım sürecinde sadece sahafları, kütüphaneleri dolaşmadım. Müzayedeleri de dolaştım. Beni heyecanlandıran efemeralar buldum. Ve bu bulduğum kaynaklar mutlaka kitapta olmalıydı… Özellikle bulduğum efemeraların içinde beni en çok heyecanlandıran Mazhar Osman’ın reçetesidir. Bugün koleksiyonumda yer alıyor. O reçeteyi nasıl okurla buluşturmayacaktım? Herkesin Mazhar Osman’ın yazdığı reçeteyi görmesini istedim ve sonunda bunu başardım. Özetleyecek olursak yazma sürecinden çok araştırma ve okuma sürecim uzun sürdü. Ve bu kitabı dört ya da beş yılda tamamlayabildim.
Mertcan Karacan: Yazarlığınızın yanı sıra uzman psikolog olduğunuzu da biliyor ve kitabın alt başlığında ise “Psikoloji Dünyasından İzler” cümlesini okuyoruz. Akademi kökenli mesleğiniz ile edebî birikiminizi bir araya getirmenizi mesleğinize duyduğunuz sevgiyle açıklayabilir miyiz?
Melih Yıldız: Tabii ki açıklayabiliriz. Zaten başka türlü açıklamaya çalışmak da doğru olmaz. Ben aslında yazar olabilmek için psikoloji bölümünde okudum. Böylece insan davranışlarını daha iyi inceleyecek, topluma daha yakın olacak, daha iyi betimlemeler yapabilecektim. İyi bir psikolog detaycıdır, insanın her türlü davranışına odaklanmaya çalışır. Yazarlar da öyle… İyi bir öykü ya da roman okuduğumuzda yazarının ne kadar da detaycı olduğunu görürüz. Hatta okurunun farkında olmadığı detaylar vardır metinlerinde. Ben de yazdığım yazılarda, araştırdığım konularda detaylara dalmak istiyorum. Bunun için de en doğru yolun psikoloji eğitiminden geçeceğine inandım. Bu bölümden mezun oldum, daha sonra uzmanlık aldım. Tabii ki mesleğime bir saygı duruşu olarak da ilk kitabım psikoloji dünyasında geçen hikâyelerden oluştu.
Mertcan Karacan: Peki, tarihe damga vurmuş önemli isimlerin iç dünyalarına Aklın Uçurumunda gibi daha romantik bir açıdan bakan eserlerin akademide ne denli önemsendiğini düşünüyorsunuz? Bu konuda bir boşluk var mı sizce? Varsa da, doldurulması gerekli midir?
Melih Yıldız: Bence bir boşluk var. Mesela ortaokulda ya da lisede gördüğümüz tarih derslerini hatırlayalım. Birçok tarih öğretmeni, konuları olduğu gibi aktarıyor. Ancak, bir süre sonra, öğretilen bilgi öğrencinin hafızasında hiç yer etmiyor. Zaten toplumumuzun tarih bilgisine bakarsanız ne kadar sığ bilgiye sahip olduğumuzu görürsünüz. Ama öğretmenlerimiz tarih diye bize savaşları katliamları anlatacaklarına insanı insan yapan bilgileri belli bir hikâyecilik mantığı ile aktarsalardı bugünkü tarih bilgimiz bambaşka olurdu. Bu psikoloji bölümleri için de geçerli. Şunu diyebilirim, ben kitabımda yazdığım hikâyeleri yüksek lisans eğitimim tamamlandıktan sonra öğrendim. Hatta psikoloji tarihi diye bir ders almamıza rağmen, orada bile hep kuramlardan bahsedildi. Oysa ki kuramlara geçmeden önce bilim insanlarının yaşam hikâyelerine yer verilseydi bize öğretilen bilgiler daha kalıcı olacaktı. Bu nedenle aldığımız eğitimlerde hep bir boşluk var ve bunun kapatılması gerekiyor. O yüzden ben bu kitabı ve bunun gibi kitapları önemsiyorum. Mesela Aklın Uçurumunda, psikoloji bölümlerinde yardımcı kitap olarak okutulabilir. Bu hikâyeleri bilen bir psikolog adayı okuduğu bölüme farklı bir bakış açısıyla yaklaşacaktır.
Mertcan Karacan: Aklın Uçurumunda 13 hikâyeden oluşan bir kitap ve hikâyelerin her biri tarihî gerçeklerle kurgulanmış. Onların izlerini sürmek nasıl bir duyguydu sizin için? Hangi hikâyeye eriştiğinizde ya da onu yazarken daha çok heyecan duydunuz?
Melih Yıldız: Muhteşem bir duygu. Düşünsenize, Neyzen Tevfik’le, Osman Fahri’yle, Mazhar Osman’la ve kitapta yer alan diğer isimlerle ilgili onlarca kitap okudum. Ve kitapları okudukça, haklarında bir belgeye ulaştıkça sanki onların yakınıymışım gibi bir duyguya sahip oldum. Onların dönemlerinde yaşıyormuş, yürüdüğü sokaklardan geçiyormuş, oturdukları mekânlarda çay içiyormuşum gibi bir his oluştu bende. Bu duygular müthiş duygular tabii ki. Ben tüm hikâyelerde çok heyecanlandım. Ancak iki hikâye beni daha çok heyecanlandırdı… Yazarken de çok üzüldüm, sanki bir anksiyete nöbeti geçiriyordum. Osman Fahri ve Şuküfe Nihal’in hikayeleriydi bu hikayeler… Osman Fahri, Şuküfe Nihal’e olan aşkından dolayı intihar ediyor; Osman Fahri’nin ise aşkına karşılık vermeyen Şuküfe Nihal, buhranlı bir hayat yaşıyor. Ve bugün ikisinin de mezarı kayıp… Bu kayıp mezarlar hayrete düşürdü beni. Detay vermek istemiyorum, kitabı okuyanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır.
Melih Yıldız: Bu toprakların unutulmuş ve bilinmeyen o kadar çok hikâyesi var ki! Tıpkı topraklarının verimliliği gibi kazmayı nereye vursak bir şeyler yetişiyor. Ama son yıllarda tarımda görüyoruz, topraklarımız ekilip biçilmiyor. Bu kadar verimli topraklara sahip olmamıza rağmen bugün ekonomimiz çok kötü durumda ve neredeyse her şeyde dışa bağımlı bir ülkeyiz. Kültürel alanda da artık bu durumu görüyoruz. Günden güne kendimizden uzaklaşıyoruz. Masallarımızdan, hikayelerimizden; sevinçlerimizden, acılarımızdan… Hâl böyle olunca kültürel anlamda da dışa bağımlı oluyoruz. Tabii ki dünyadaki tüm kültürel gelişmeleri takip etmeliyiz. Ancak kendi kültürel değerlerimizi de dünyaya iyi bir şekilde pazarlamalıyız. Bugün dünya üzerinde ülkemize karşı çok ciddi önyargılar var. Ve bu önyargıların birçoğu haksız. Biz kendi kültürel değerlerimizi sanatımızla dünyaya pazarlayamazsak bu önyargılar giderek artacak ve bu çok üzücü… Ben Aklın Uçurumunda’da ülkemizin birer değeri olan ama neredeyse unutulmuş insanlarının hikâyelerine yer verdim. Eğer bu isimler Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde yaşamış olsalardı eminim bu kişilerin müzelerini ziyaret edebilmek için can atıyor olacaktık. Ancak bu toprakların kaderi midir bilmem; bırakın bu insanların müzelerinin olmasını, isimlerini dahi unuttuk. Bugün İstanbul’un ansiklopedisi yazan Reşat Ekrem Koçu’nun mezarı kayıp; daha önce bahsettiğim gibi Osman Fahri’nin, Şuküfe Nihal’in ve burada sayamadığım birçok değerin… Bu ayıp bize yeter! Biz değerlerimize sahip çıkamıyoruz, hastalık boyutunda kendimize yabancıyız. Ben Aklın Uçurumunda’yı okuyan bir yönetmenin, bir tiyatro oyuncusunun, bir senaristin bu hikâyelerden etkileneceğine inanıyorum. Ve umarım bir gün Şuküfe Nihal ve Osman Fahri’nin hayatını anlatan bir film çekilir.
Mertcan Karacan: Yıllar içinde sizden yine böylesi bir eser okuyacak mıyız, peki? Odaklandığınız ve de yazmayı planladığınız başkaca bir tema var mı zihninizde, yine tarihten besleneceğiniz?
Melih Yıldız: Evet, var! Hatta araştırma ve okuma kısmına başladım bile… Ancak konusu bende kalsın, sürpriz olsun. Hem bu sefer daha hızlı yazabileceğime inanıyorum. Ve artık hep bu tarzda kitaplarımı okuyacaksınız. Çünkü ben insanlığın, insanın hikâyesini merak ediyorum, yeni bir hikâyeye ulaşınca çok heyecanlanıyorum. Umarım bu heyecanım hep devam eder.
Mertcan Karacan: Çok teşekkür ediyorum, verdiğiniz yanıtlar için. Edebiyatla kalın…
Melih Yıldız: Ben teşekkür ediyorum. Umarım hikâyelerinizin sonu hep güzel biter…