Bir öykünün hikâyesini yazmak ne ola ki, diye sordum kendime. Edebiyatburada sitesi için istenen bu yazıya uzun süre elim gitmedi. Şimdi, tam da bugünlerde sadece hikâye anlatarak varlığımı korumaya ihtiyacım olduğunu düşündüğümde, neden olmasın, dedim. Hikâyenin hikâyesi neden olmasın? Attila İlhan Bilgi Yayınevinden çıkan şiir kitaplarının sonunda her şiir için notlar düşerdi. Dizilerin, filmlerin, videoların olmadığı ergenlik yıllarımda merakla okurdum bu notları. Ben de bir hikâyeme böyle bir not düşeyim bari dedim.
Nerde okudum hatırlamıyorum; yazarların ilk kitapları otobiyografik olurmuş. Benim de yazdığım ilk öykülerden biri belleğimde yıllarca sakladığım bir anının izdüşümüydü. Hikâyemin adı Fuşya. Fuşya, adını çiçekten alan bir renk, bu çiçeği küpeli adıyla biliyordum ben, küpelinin Latincesi Fuşya (fuchsia). Yani bu yazının başlığı bir rengin değil, çiçeğin adını taşıyor, küpeli çiçeğinin.
Ailem Bulgaristan’dan 1951 yılında göçmüş. Devlet, büyük bahçelerin içinde kutu gibi evler vermiş göçenlere, bizimkiler de bu büyük bahçelere ikinci bir ev daha kondurmuşlar. Böyle bir bahçede geçti çocukluğum, arkamızdaki evde babamın Almanya’da işçi olan kuzeninin eşi ve çocukları yaşıyordu. Çocuklardan biri, on yedi yaşındayken, belki on altı, lisenin yatılısında okuyan kıza aşık olup onu kaçırıyor, bahçeye bir gelin geliyor, çocuk gelin, damat da çocuk, ama bahçemizde kötücül rüzgârlar esmeye başlıyor. Gelinin, ben ona Canan diyorum ama gerçek adı değil bu, kurmaca adı Canan, ailesi Malatya Arguvan’dan, artık bu eve kefeniyle dönebilir, diyor. Bize pek benzemiyor gelin, esmer, uzun boylu, gamzesi var. Ben çocuğum ama bana büyükmüşüm gibi davranıyor, nereye gitse beni de götürüyor, toka alıyor bana, saçlarımı, yürüyüşümü, ayakkabılarımı övüyor. Kötü rüzgârın nedenini anlayamıyorum bir türlü. Gelini kabul edemiyor damadın annesi, kardeşleri, alışkanlıkları, yeme içmesi, konuşması hep kötüleniyor. Gelin, Canan yengem, bir ara başını örtüyor yarım yamalak, sonradan sonraya anlam veriyorum buna, kabul görmek için yapıyor bunu, yine açıyor.
Abimle Canan yengemin odalarının penceresinden saksı saksı küpeli çiçekleri sarkıyor, seslerini duyunca hemen yanlarına çıkıyorum, açık pencerenin önünde karşılıklı oturmuşlar, sarkan küpelilerin arkasından omuzları ve başları görünüyor ama, ben el ele tutuştuklarını biliyorum, kafamda tamamlıyorum resmi, türküler söylüyorlar, mutlular.
Belki iki, bilemedin üç yıl geçiyor, Canan yenge gözleri mor ve şiş, yatıyor, merdivenden düştü diyorlar, korkudan yanına yaklaşamıyorum, mor ve şiş gözlerinden korkuyorum, gizlenmeye çalışılanın, üzeri örtülenin ne olduğunu seziyorum. Şiddet, erkek şiddeti, çoğunluğun şiddeti, baskın olanın şiddeti. Çok geçmiyor, abim de (Canan’ın kocası) babası gibi (babamın kuzeni) Almanya’ya, işçi olarak gidiyor. Canan’ı göndermek istemiyorlar ama ne yapıp edip o da gidiyor arkasından. Bana uzun, upuzun bir mektup yazıyor, mektubu buruşturup atıyorum. Neden? Çoğunluğa uymanın faydalı olacağını mı seziyorum? Bilmiyorum. Bir süre sonra haberi geliyor, Canan yengem kendini öldürmüş Almanya’da.
İşte Fuşya hikâyesinin hikâyesi bu. Bahçeli ev, küpeliler ve Canan yengem. Buruşturup atılmış bir mektubun diyeti gibi. Affet beni Canan, çok küçüktüm… Çocukluk her zaman mutluluk çağrıştırmıyor işte, şairin ünlü dizeleri de acıya aracılık ediyor bu durumda, gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk/ hiçbir yere gitmiyor. *
* Edip Cansever, Manastırlı Hilmi Bey’e İkinci Mektup