Çocukken gitmeyi çekip gitmek ve bunu da yürümek şeklinde bilirdim. Hareketi henüz bedenin imkânları dâhilinde tanıyan çocuk aklıydı bu ve elbette somut bir nedene dayanıyordu. Çünkü ben de anne babaları Almanya’ya çalışmaya giderken dede, nine, teyze dayı yanında büyümüş çocuklardandım. Yıllık izinleri bittikten sonra memleketten ayrılıp Almanya’ya giden anne babanın girdiği yola ben de koyulsam, yürüye yürüye onlara ulaşacağımı, hatta her nereydiyse gurbet denen bu yer, oraya varacağımı sanırdım. Benim için anne babaya ulaşmak o yaşlarda böyle mümkündü, çünkü büyüklerin yapmamamı istemediği bir şeyi yapıyor, işimi tek başıma görüyor ve beş altı yaşın adımlarıyla yürüyerek kavuşuyordum onlara.
Tabii “yürüyerek gitmek” eyleminin başka dillere memleket ve özlem ikilisini soktuğunu henüz bilmiyordum o zamanlar. Sonradan öğrenecektim ki meğer bazı kültürlerde, mesela Alp Dağları’nın Almanca konuşulan bölgelerinde tam da yürüyenin (Wanderer), yürüyerek uzaklaşanın (Auswanderer) buluşuymuş memleket. Çünkü Almancada memleket ya da yurt anlamındaki ev olan “Heim”, sırtına yükünü, eline değneğini alıp yola koyulan Heidi benzeri dağcı göçerlerin icadı olduğu biliniyor. Uzaklardan evlerini hatırlayıp acı çeken bu insanlar “Weh” sözcüğüne de sarılınca, bu kez de hasret olarak da bildiğimiz memleket özlemini yani “Heimweh” sözünü eklemişler kelime dağarcıklarına. Bizde de memleket hasret ve sevgiyle yüklü duygusal bir kavram değil mi zaten? Bizde memleket aynı zamanda sıla değil mi?
Ama gidişin bir ayağı özlemse, diğeri ayağı özgürlük değil mi?
Malum, pek çok ailede olduğu gibi bizim evde de biz küçükken babam ne zaman öfkelense annem “Dışarı çık, biraz dolaş, hava al!” der, onu evden uzaklaştırırdı. Babam dışarı çıkar, bazen uzun, bazen kısa yürüyüşler yapardı. Eve döndüğünde öfkesi dinmiş, konuşarak sorunu çözebilecek kıvama gelmiş olurdu. Çünkü dışarı çıkmak, hava almak hem yürümekle hem de avarelikle ilgili bir şeydi. Gövdeyi ve aklı verili olandan kurtarmak, arındırmak ve böylece fikren de özgürleşmekti. Sadece mekândan değil o mekâna dair düşünceden, babamın örneğinde olduğu gibi öfkesinden kurtulmaktı. Ama gelin görün ki annem öfkelendiğinde kimsenin aklına onu dışarıya çıkarmak yoluyla sakinleştirmek gelmezdi, kendisi de böyle bir şeye başvurmazdı zaten. Çünkü dışarıda olmak, yürümek, yürürken oyalanmak, bakışlarıyla etrafa dokunmak, dokunurken unutmak, böylece yeni düşüncelere gark etmek erkeğin işi olagelmişti hep. Annem bu yüzden öfkesini belki biraz da tencere ve tavadan almak üzere mutfağa girer ya da kendini temizliğe verirdi. Sokak ne de olsa sadece erkeğin gözüyle değil, kadının gözüyle de dişinin oyalanabileceği özgürlük alanı değildi.
***
Dünya edebiyatı gezginci erkeklerle, bizim edebiyatımızdaysa aylak adamlarla dolu. Yürürler bu adamlar. Sıkılırlar. Sokaktan sokağa sapar, meydan meydan dolaşır, insanları izlerler. Umutsuzluğa kapılır, söylenir, başka bir yöne döner, yeni bir umuda açılır, okurlarını da alır yanına yaşar giderler. Sadece çağdaş edebiyatta karşımıza çıkmaz bunlar. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sında Raif Efendi Berlin sokaklarında, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’unda Mümtaz İstanbul’un ara sokaklarında, Galata Köprüsü’nde, Beyazıt Meydanı’nda, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı Beyoğlu’nda yürür. Yürür, düşünür, kendi kendilerine konuşurlar. Karşılarına çıkanlara bakar, yorumlar ve kararlar verirler. Yaşadıkları dünya denen şehri tavaf ederler.
Yürümek sadece roman kahramanlarının değil, yazar ve düşünürlerin de işi. Friedrich Nietzsche’nin verili olandan kopabilmek ve yeniye ulaşabilmek için doğada uzun yürüyüşler yaptığını biliyoruz. Onun aynı zamanda iyi birer edebiyat metinleri sayılan düşüncelerini böyle kaleme almış olmasına şaşırabiliriz belki ama aslında fazla da yadırgamayız bunu. Tıpkı, ilhamını doğada yürürken alan, yollarda düşünerek aşk imkânına ulaşan şair Arthur Rimbaud örneğinde olduğu gibi. Kendisi için “sadece bir yayayım ben” diyen 19. yüzyılın Fransız şairi, sonunda yollardayken hastalanıp 37 yaşında ölür.
Yürüme bahsindeki yazar ve edebiyat kahramanlarının hepsinin erkek olması ise ne tuhaf ne de şaşırtıcı gelir bize. Çünkü tarihi gerçekliklerdir bunlar. Kadının sokakta ödediği ve ödemeye de devam ettiği bedeli bilmekle ilgilidir bu. Ne de olsa Kürk Mantolu Madonna’daki Raif Efendi’nin yahut Huzur’daki Mümtaz’ın zamanına ait olup da yürüyen kadınlar olsa olsa Kürk Mantolu Madonna gibi bir varyete dansçısı ya da Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye romanındaki gibi sokak kızıdırlar. Biraz daha yakın zamana geldiğimizdeyse Sevgi Soysal’daki Tante Rosa gibi şehirden şehre yürüyerek bağlarından kurtulmaya çalışan ve Yürümek romanındaki Elâ gibi içsel özgürlüğü adımlayan kadındır.
***
Benim yürümeyi, yürüyerek düşünmeyi keşfetmem ise bir zorunluluğa dayanıyor. Berlin’de bir radyo evinde çalışıyordum. 2007 yılıydı ve mevsim yazdı. Otobüsten tramvaya, yer altı treninden hızlı trene kadar bütün bir toplu taşıma sektörü greve girmişti. Arabası olmayan yürüyor ya da taksiye biniyor ama taksi de öyle kolay bulunmuyordu. Kısaca bütün şehir bir olmuş, yürüyordu.
Bir zorunluluktan doğsa da şehri keşfediyordum. Bir buçuk saatlik yürüyüşte mahalleden mahalleye, parktan parka, caddeden caddeye girip işe giderken ve aynı şekilde işten dönerken ilk kez şehri ağır çekimden izliyordum. Mesela belli mahallelere hâkim olan ağaçları kokularıyla ayırt etmeyi öğreniyor, bazı sokakların neden “akasya”, bazı caddelerinse neden “ıhlamur altı” gibi isimler aldığını kavrıyordum. Ya da mesela, İkinci Dünya Savaşı sırasında hangi sokağa bombaların düştüğünü, hangisine ise savaşın hiç uğramadığını eski ve yeni binalara bakarak anlıyordum. Sonradan geriye dönüp baktığımda, o güne kadar hiçbir hedefe böyle keyifle ulaşmaya çalışmamış olduğumu görüyorum. Yürümenin bedene ve zihne ne kadar iyi geldiğini, muhayyileyi nasıl fişekleşebileceğini en çok o yaz keşfettim.
Bugün eğer bir yerden bir yere ulaşmak için sıklıkla yürümeyi seçiyorsam, bu o günlerden kalma bir tatla ilgili olmalı. Bu yüzden bazı şehirlerin, bazı mahallelerin bendeki izleri yürümenin hafızasına dönüşüyor yavaş yavaş. Mesela İstanbul’da Şişli’nin Kurtuluş Caddesi’nden başlayıp Eminönü’ne doğru yürümek, geniş çapta yokuş aşağı koşmak, koşarken zaman zaman düzlüklerde ara vermek gibi bir şey benim için; Tünel’den Karaköy’e inerken ayakları sivri kaldırım taşlarından korumak biraz da. Aynı yolun dönüşüyse oyalanmak daha çok: Tünel’e çıkan yokuşta durup durup soluklanmak, Tünel’den Taksim’e upuzun dinlenmek ve Taksim’den Şişli’ye dönmeden önce derin bir nefes almak.
Ama itiraf etmeliyim ki ister Berlin’de, ister İstanbul, Ankara ya da başka bir şehirde olsun, yıllar önce bir zorunlulukla keşfettiğim yürüyüşleri çok ender yalnız yapıyorum. Yanım sıra yürüyen, kendisiyle sohbet edebildiğim, düşünceyi serbest bırakabildiğim biri olmalı mutlaka. Günlerce evde yalnız kalsam, tek bir saniye bile sıkılmayacak olan ben, yalnız yürümelerde – eğer zorunlu bir hedefim yoksa – sıkıldığımı biliyorum. Ama son zamanlarda öfkelendiğimde ya da üzüldüğümde, dışarıda tek başıma uzun uzun yürüyüşler yaparken yakalıyorum kendimi ve o zaman soruyorum: Yoksa aslında ben içsel özgürleşmeyi ve ev dışında oyalanıp aylaklık edilebilmeyi mi öğreniyorum nihayet?