Çember: Başı ve Sonu Aynı Mıdır Gerçekten?
Mercan Alper ile ilk öykü kitabı Çember odağında gerçekleştirdiğim söyleşi insanın yaşamı etrafında oluşturduğu büyüklü, küçüklü çemberlerinin yeni dünya, yeni insan algısı üzerinden nasıl yaratıldığı üzerine şekillendi. “Ya rutinlerimizle seveceğiz ve çemberimizi koruyacağız ya da yeni rutinler oluşturmak için köyün dışına giden patikada ORi ile birlikte yürüyeceğiz.” diyor Mercan Alper ve Herakleitos’un şu sözünü paylaşıyor bizimle: “Çemberin başı sonu aynıdır.”
Mercan Alper ile Çember öykü kitabındaki on üç öykü ekseninde, yeni dünya, yeni insan, yeni çemberlerimiz üzerine yapmış olduğumuz sohbetimize buyurun lütfen. Çemberin başı, sonu aynı mıdır gerçekten?
Aynur Kulak: Sizin için yazarlığa başlama ve edebiyat dünyasına girmenin Fantastik Öykü Yazarlığı Atölyesine katılmakla başladığını söyleyebilir misiniz? Aslında ilkin şunu sormak istiyorum. Edebiyat ile olan bağınız ilk ne zaman başladı? Zihniniz sizi ne kadar gerilere götürüyor?
Aynur Kulak: Çember ilk kitabınız ve içerisinde 13 öykü yer almakta. 13 öykünün yazılması ve bir araya gelerek bir kitabı oluşturması nasıl bir yolculuktu? Biraz daha açmam gerekirse Çember’in temel kelimeleri doğum (var olma ya da yaşam da diyebiliriz buna), korku ve ölüm; bu temalar tüm öykülerde karşımıza çıkıyor desem ve yine her öykü adına çember yaşam-korku-ölüm ile kendini tamamlamış oluyor ya da tam aksi çember kırılmak istenerek bozuluyor, aslında bozulmak isteniyor desem… ne dersiniz?
Mercan Alper: Çember’deki öyküler çok uzun yıllara yayılan farklı zamanlarda yazıldı. Öykülerimi bir dosya haline getirmeye karar verdiğimde pek çoğunu neredeyse yeniden yazdım diyebiliriz. 2019 yılında uzun bir bekleyiş ve pek çok reddediliş ardından Sedat Demir’den gelen bir telefonla Çember’in yolculuğu başladı. Araya pandemi girince bu yolculuk biraz uzamış olsa da nihayet ocak ayında ilk kitabım okuyucusuna kavuştu.
Çember adı üstünde döngülerden bahseden öykülerle dolu. Aslında sizin çok güzel özetlediğiniz şekilde yaşam-korku-ölüm döngüsünü anlatan öyküler bunlar. Neden bu temalar derseniz bir dönem insan hayatındaki rutinlere fazlasıyla odaklanmıştım, ana sebep bu sanırım. Her insan özünde eşsiz, her hayatın çabası farklı ama dikkatli bakarsak tüm bu hayatların, rutinlerin en büyük ortak noktası, her birimizin uğraşı, bu yaşam- korku- ölüm döngüsünü bir şekilde kırabilmek. Yaşıyoruz ve her anımızı ölüm korkusunun gölgesinde geçiriyoruz. Yaşam ve ölüm üzerine söylenecek çok fazla şey var elbette ama ben bu döngü içinde en çok korku üzerine gitmeye çalıştım öykülerde. Bir süre insanlar bu korkularla baş etmek için neler yapıyor diye düşündüm. Bunun sonunda korkunun insanlığa en büyük armağanının bilme arzusu ve yaratma isteği olduğunu fark ettim. Bilirsek korkmayız, bu yüzden hep bilgiye bir açlığımız var. Bilginin açıklayamadığı yerde ise hikâyeler anlatıp bu bilinmezlik boşluğunu doldurmaya çalışıyoruz. Çember’i bir araya getirirken en yoğun hissettiğim şey bu iki duyguydu işte. Korkunun tetiklediği bilgi açlığı, bilginin yetmediği, eksik kaldığı yeri üreterek doldurma arzusu. Mağarada oturmuş gökyüzündeki fırtınanın sesini dinleyen insan doğa olaylarının arkasındaki bilimi henüz keşfedemediği için korkuyu bastırmak adına hikâyeler anlattı. Tanrılar yarattı, fırtınaları tanrıların gazabı diyerek tanımladı ve bilginin eksik olduğu o yerde yaratma gücü sayesinde kendini korkutan şeyi tanımlayıp yendi. Ben de önce bilmek için sorular sordum, cevaplar yetmeyince de kendi cevaplarımı oluşturmak için yazdım. Öykülerdeki her karakter kendi çemberini bir şekilde kırabilmeyi arzuluyor. Bazıları başarıyor, bazıları ise aynı döngüde kısılıp kalıyor. Tıpkı gerçek hayattaki bizler gibi. Ancak çemberi kırsak da onun içinde kısılıp kalsak da varış noktası değişmiyor. Bu düşünce pek çoklarına karamsar gelse de beni rahatlatan bir yanı var. Nihai durağı bildiğimize göre- bilme arzumuz burada tatmin ediliyor aslında- gerisi bilmediğimiz yeri, yani hayatı hikâyeler yaratarak doldurmaya kalıyor.
Aynur Kulak: Çocuk. Kitabın ilk öyküsü olarak karşımıza çıkıyor. Bir çocuk yaratımı söz konusu ve öykü aslında gelecekten bildiriyor bize. Çocuk dünyaya getirmenin A serisi ve X serisi yaratımları mevzu bahis Gelecekte (yakın bir gelecek bu) distopik ögeleri ön planda olan A serisi çocuk sahibi olma ve geleneksel, bildiğim yöntemlerin dayatıldığı X serisi çocuk sahibi olma durumu söz konusu olabilir, neden olmasın?(!) “Artık insanların özel üretim olması yasak.” Gelecekte, hali hazırda artık iyice izini sürerek yaklaştığımız distopik, fantastik dünyada her şey ama her şey bir üretim nesnesi. Başta insanın kendisi ve Çocuk öyküsü tüm tematik yapısıyla gelecek günler adına çemberin başlangıç noktası. Ne dersiniz? Çocuk öyküsünü yaratılmaya çalışılan yeni insan, yeni dünya, yeni düzen adına konuşmak isterim sizinle.
Öyküde ikinci odaklanmak istediğim mesele ise “istemek” üzerine. Kadın Yuiri’yi istediğini söylüyor. Hafızasını sildirdiğinde bile bu istek derinlerden tekrar gün yüzüne çıkıyor. Ama en sonunda gördüğümüz şey bu isteğin salt çocuk değil, üst seriye ait bir nesne olduğu. Bir şeyi istiyor olmak bugün pek çok konu için yeterli bir neden olarak kabul görüyor. Ancak bir şeyi “istememek” aynı ölçüde kabul gören bir sebep değil. İstemediğinizi söylediğinizde hemen “Neden?” diye soruluyor ama isteğini belirten insana kimse nedenini sormuyor. Bu öyküde de aynı şey geçerli. Kadın çocuk sahibi olmayı değil, hayatını başka bir noktaya taşıyacak bir nesneyi arzuluyor ve kimse neden bu denli çok istediğini sormuyor. Bu yüzden karakter çemberini hiç kıramıyor.
Aynur Kulak: Kitabın ikinci öyküsü Gölge’de şöyle minik bir paragraf var: “Silueti yeniden görünce bir öz düşündü. Bir duygu bir his, ne olmalıydı? Şu sıralar en çok hissettiği şey belki de. Korku” Bu “korku” dünyaya gelmeyi, yaşamı nitelemesi adına ilk öyküden son öyküye kadar gölgemiz olarak bizi takip ediyor. “Korkumuzla” geliyoruz dünyaya, “cesaretimizle” değil. Kedi öyküsüne geçmek istiyorum: “Biz öleli üç gün oldu.” cümlesi ile başlıyor öykü. Bir çift var kedileriyle yaşayan. Üç gündür düşüp kaldıkları salonda tabiri caizse “ölü olarak” yaşıyorlar. Neden öldüklerini bilmiyoruz. Çok da merak etmiyoruz çünkü korkunun o peşimizi bırakmayan gölgesi bir kedi olarak öykünün içinde, ölülerin etrafında sürekli dolanıyor. “Hiçbir zaman çocuk yapacak kadar cesur olamadık.” diyor öykünün ölü kadın anlatıcısı. Şöyle bir yorum yapabilir miyiz Mercan Hanım: Olmayan şey, özellikle bu bir çocuksa bir gölge misali takip ediyor bizi hep ve aynı zamanda korku güdüsüyle dünyaya gelen çocuk aslında korkunun ana kaynağı ve bu yüzden dünyaya gelmiyor, gelmek istemiyor olabilir mi? Çocuk öyküsünü de katarak, ilk üç öyküdeki, yaratma, korku, cesaret üçgenini tam bu noktada bu bağlantılarla konuşmak isterim sizinle. Gölge öyküsünde de aslında yetişkin bir çocuk var, yaratmak istediği şey gerçekleşmediğinde annesine sığınan, korkan, cesareti kırılan; ne dersiniz?
Mercan Alper: Var olmak kendi tercihimiz değil. Tercih şansım olsaydı kesinlikle bir dağ olmak isterdim ben. İnsan olmak, her günü bir yığın şeyle savaşarak ve kendi güçsüzlüğünün farkına vararak geçirmek hiç kolay değil. Birileri istediği diye dünyaya geliyor ve yaşıyoruz. Yaşam boyunca korkuyoruz, kaybetmekten, pişman olmaktan, yanlış yapmaktan, unutulmaktan ve ölmekten korkuyoruz. Sanırım ölüm korkusu diğer tüm korkuların temelindeki asıl gerçek. Korku firavunlara görkemli mezarlar hazırlatıyor, korku bizlere hikâyeler yaratma gücü bahşediyor. Yalnızlık korkusu Gölge’deki kadına bir adam, bir yoldaş yaratma gücü veriyor. Kedi öyküsündeki karakter ölünce onu hatırlayan biri olsun, unutulmuş olmayayım diye keşke çocuğumuz olsaydı diyor. Çocuk öyküsünde hep aşağı tabakadan olma, orada sıkışıp kalma korkusu aileyi Yuiri’ye itiyor. Korku biz farkına varmasak da hayatımızı ve kararlarımızı şekillendiriyor.
Korku tarafından, bilinmezlik boşluğunu doldurmak için bize bahşedilen yaratma gücünü ben yazmaktan yana kullanıyorum. Kendi geleceğimden, yaşlanınca bana ne olacağından ya da unutulmaktan korkuyor olmak bana bir insan yaratmak için yeterli bir sebep olarak gelmiyor, tıpkı pek çoklarına bunlardan korktuğum için çocuk istemiyorum dememin yeterli gelmemesi gibi. Öykülerde de bu düşünceyi anlatmaya uğraşıyorum, benim için korku yeni bir canlıyı dünyaya sürüklemek için yeterli bir neden değil.
Aynur Kulak: Terzi öyküsü ile birlikte insanı oluşturma çabası devam ediyor. Korku ile güdülenmek yerine bu öykü ile beraber cesur-güçlü-yakışıklı kelimeleri paragraf aralarında dolaşıyor. Artık korkuyu bırakma, korkudan uzaklaşma isteği hâkim. Acıtmayan öyküsünde iki çocuk karşımıza çıkıyor. Yine herkesin farklı bir şekilde hayal edeceği ya da düşüneceği bir şey (ben kalp olabileceğini düşündüm) bırakılıyor avuçlarımızın içine. ORi ise ayrıca konuşulması gereken bir öykü çünkü artık karşımıza somut çemberler çıkmaya başlıyor. Yeni kurulmak istenen çatı, olmayınca içimizi daha az acıtacak olan şey, yaratılmak istenen çemberin başlangıç noktasına ORi’ye götürüyor bizi desem, ne dersiniz?
Mercan Alper: Bu üç öyküdeki karakterlerin her biri kendi döngülerini kırmak arzusuyla farklı yollar deniyorlar. Ancak her birinin seçtiği yol sonunda onları kendilerinden uzağa taşıyor. Terzi öyküsündeki köpekbalığı adam korkularından uzaklaşmak için kendine hiç uymayan kıyafetler arayışında. Özüne dönmek ve varlığını kabul etmek yerine dışını süsleyip değiştirerek kendinden kurtulmaya çalışıyor. Kendisi dışında herhangi biri olmaya razı. Acıtmayan öyküsünde de durum aynı, anlamak yerine korku nesnesinden kurtulmaya çalışıyorlar. Oysa korku hep bizimle kalıyor, gitmiyor sadece şekil değiştiriyor. Onun bazen vurdumduymazlık bazen de ORi öyküsünde olduğu gibi öfke olarak ortaya çıktığını görebiliriz.
Aynur Kulak: ORi. Kitabın en uzun öyküsü. O ve R harfleri büyükken i küçük. Neden? ORi diye yazmak istemişsinizdir ismi hepsi bu ama yine de sormak istedim merakıma yenik düşüp. “Şu an elimi tutan, çemberde benimle olan kim varsa günü onunla tamamladığım için, bana günü bitirme şansı verdiğin için teşekkür ederim.” ORi’nin büyükannesinin sözleri bunlar ve benim için dikkat çekici bir cümle de şuydu: “Meydandaki en küçük çember onun ve büyükannesinin çemberiydi.” ORi’nin yaşamın içindeki o arayışını, son sahnedeki çaresizliğini ve yalnızlığını konuşmak isterim sizinle. Çünkü ORi’ye gelene kadar yaşam adına, korkularımız adına, ölüme meydan okuma adına, cesaret adına yeni bir dünya yaratma isteği mevzu bahis. ORi’nin çemberi nasıl bir çember? Kitabın tam ortasına, kitabın en uzun öyküsü olarak yerleşen ORi’nin hikayesi distopik, düşsel bir dünyada, fantastik bir öykü olarak beliriyor fakat duygularımızı cımbızla çeken bir duruşu, var oluşu da mevzu bahis ORi’nin, ne dersiniz?
Mercan Alper: ORi ismi orijin ve orijinal kelimelerinden geliyor. Orijin başlangıç, kaynak, kök demek. Orijinali ise “Alışılagelenden daha değişik, şaşırtıcı nitelikte olan, özgün” diye tanımlamış TDK. ORi ismini bu iki kelimeden alıyor, karakterin kendisi de hikâyenin başlangıcında yer alan özgün biri. Yazılışı ile ilgili özellikle düşündüğüm bir şey olmadı aslında. ORi’nin evreni farklı olduğu için ismin yazılışının da farklı olması fikri hoşuma gitmişti.
Rutinlerin en somut ve görünür olduğu öykü bu diyebiliriz. Sabah ve akşam aile bireyleri bir araya gelip döngüyü başlatmak ve bitirmek üzere çemberlerde bir araya geliyorlar. İhtiyar ORi’ye bu toplantıları neden yaptıklarını açıklarken bir rutin güzellemesi yapıyor aslında. Tanıdık bildik insanlarla çevrili bir alanda, her gün aynı şeyleri yapıp ertesi gün bunları yine yapabilmek dileğiyle çemberlerde buluşup ayrılıyoruz öyküde. ORi bir şekilde çemberi kırabildiği için hem babasına hem de kardeşine kızgın. Öte yandan Yeminemlerin ne olduğunu bilmediğinden içinde hissettiği bir korkuda var. Arada kalmış bir kahraman ORi. Hem rutinin çemberinde kalmış ruhunu kurtarmak hem de güvenli çemberinde yaşamak istiyor. Arada kaldığı için de kızgın. Bu his pek çoğumuza oldukça tanıdık ya dışındayız çemberin ya da içinde yer alacağız. ORi gibi kendimiz içinde ama kafamız dışındaysa çaresiz mutsuz olacağız. Ya rutinlerimizle seveceğiz ve çemberimizi koruyacağız ya da yeni rutinler oluşturmak için köyün dışına giden patikada ORi ile birlikte yürüyeceğiz.
Aynur Kulak: Kitaptaki tüm öyküler oluşturulmak istenen bir çemberin halkaları sanki ama son çeyrekteki öyküler özellikle, bambaşka bir çember koyuyor önümüze. Biraz daha algılarımızı hedef alır şekilde karşımıza çıkan öyküler bunlar. Uyku öyküsü mesela bir tür muğlaklık diyeceğim, ama diyemiyorum, çünkü bir tür üst bakış da mevzu bahis. Sarı öyküsü farklı bir biçimde ama aynı şekilde bir türlü yere çakılamama hali, düşüşün bitmemesi ve bu anlamda kontrolün asla bizde olmaması. Ölmek isterken bile! “Çocuk zihnimde bu cümleleri tekrar edip duruyor. Erken mi düştüm ben dünyadan?” Uyku öyküsündeki turuncu, Sarı öyküsündeki uçsuz bucaksız bir hayalin, rüyanın, algı yanılsamaların yarattığı sarı renkler… tesadüf renkler değil, öyle değil mi? Ve Avcı öyküsü; “Tıpkı bir çember gibi.” Benzetmesinden sonra gelen, “Sen en çok hayatını boşa harcadığını fark etmekten korkuyorsun.” cümlesiyle avcının da avlananın da biz olduğumuz gerçeği. Ruh, Gece, Zaman, Düş Terzisi öyküleri. Kitabın son çeyreğindeki bu yedi öykü yaşam devam ettiği müddetçe ne yaşarsak yaşayalım ve neyi fark etmiş olursak olalım sonsuz döngünün hep devam edeceğini niteliyor gibiler.
Mercan Alper: Sonralara geldikçe biz de karakterlerle birlikte Herakleitos’un sözünü daha iyi kavramaya başlıyoruz. “Çemberin başı sonu aynıdır.” Nereden geldiğimizi bilmediğimiz bir başlangıcımız var ve ölümden sonra nereye gideceğimizi bilmediğimiz bir bitiş. Avcı öyküsündeki küçük kızın açıkladığı gibi sonunda öleceğimizi bildiğimize göre hayatımızı istediğimiz gibi yaşayabiliriz. O odada karanlık bir yaratık tarafından öldürüleceksek eğer, o ana kadar geçen sürede korkudan azat olabiliriz. Karamsar bir düşünceden ziyade büyük bir özgürlük duygusu var burada. Başlangıç ve son biliniyorsa yolculuk boyunca çizdiğimiz çemberler mükemmel olmak zorunda değil. Sizin söylediğiniz gibi köşeleri olan, sert kenarlara çarpıp durduğumuz, keskin virajlarla dolu döngülerde de yaşayabiliriz. Sonu bilmek merakımızı törpülediğine göre bize düşen sahip olduğumuz hayatı yaratma gücü ile doldurmak.
Renklere gelince Sarı öyküsü üniversite yılları boyunca Ankara-Kayseri arası yaptığım bozkır manzaraları ile dolu yolculuklardan sonra ortaya çıktı. Uçsuz bucaksız sarı tarlalar ve mavi gökyüzü ilk bakışta büyüleyici bir manzara olsa da bir süre sonra içimde bir panik yükselir ve yolculuk hemen bitsin diye uyumaya çalışırdım. Sanki o bozkırın ortasında öylece kalıverecekmişim gibi ruhum daralırdı. Sarı doğru miktarlarda ve tonda kullanıldığında insanı neşelendiren bir renktir ancak bazı durumlarda kaygıyı artırdığı bir gerçek. Benim için sarı bir de Van Gogh ile özdeşleşmiştir. Van Gogh’un talihsiz hayat hikayesi ile birleşen bu renk, çemberini kendi eliyle erkenden sonlandıran bir karakterin hikayesi için çok uygun geldi bana. Hiç içinden çıkamayacağın bir bozkıra hapsolmak ta ki çemberin sonu için doğru an gelene kadar. Araf için daha güzel bir renk olamaz sanıyorum.
Aynur Kulak: Bizleri içine davet ettiğiniz Çember’in anlatımını konuşmak isterim sizinle. Yer yer distopik, yer yer fantastik, yer yer düşsel ve yer yer bir kurgu içinde gerçeklikten daha gerçek olabilecek öyküler bütünü. Geleceğe dair yeni dünya, yeni insan, yeni var oluş ve yaşam temaları, buna karşılık farklı enerjiler farklı mistik ögelerle etrafımızda yaratılan çemberden çıkma çabası. Yeni dünyanın yeni çemberi insanlar adına nasıl oluşacak sizce? Bir şeylere uyandık mı yoksa hala uyuyor muyuz ve tüm algılarımızla gayet profesyonel bir biçimde oynanmaya devam mı ediliyor?
Mercan Alper: Yeni dünyanın çemberi bilgi üzerinden yükseliyor. Bizim görevimizin bilginin bu denli erişilebilir oldu yerde insanların merakını canlı tutabilmek. İnsanların merak etmesi, sorular sorması ve cevapların peşinde koşması gerek. Bu bize iki yönde de gelişim sağlayacak. İlkinde soru soran insan dünyayı daha iyi bir yere dönüştürmek için cevaplar bulacak, hastalıkları tedavi edecek, kaynakları korumanın yollarını bulacak. İkinci olarak da sorularına karşılık bulamayan insan “Peki ya şöyleyse…” diye başlayıp hikâyeler uydurmaya, kendi cevaplarını kendisi yaratmaya başlayacak. Bu da hayal gücümüzü sürekli canlı tutacak. Tabii bunların olabilmesi için en temelde insanlığın bencillik çemberini kırması gerekiyor. “Önce ben!” demekten vazgeçip, herkesin insan olarak verdiği zorlu savaşa saygı ve hoşgörü ile yaklaştığımız gün çemberi kırabileceğiz. Her geçen gün bir şeylere uyanıyoruz ama bilmediğimiz ve bizi korkutan hâlâ pek çok şey var uykunun koynunda. Biz uyandıkça onlar da yavaş yavaş ortaya çıkacak elbet bir gün. Algılarımızla oynanıyor olsa bile biz bencillik çemberini kırıp hoşgörüyü döngümüze katabildiğimizde bu oyunlara daha az kişi kanacaktır.