Bu yazı, şiiri çok seven ve yaşamına son veren Sibel Ünli içindir.
Yalnızım, bunu hep söylüyorum der, Hüzün Mevsimi şiirinde. Art arda iki kere. Çünkü bir şeyi üçüncü kez söylemek, bazen bir şarkıyı söylemek bile üçüncü kez, işte böylesine tehlikeli. Önce ud taksimi, sonra deli kemanlar kesik sazlar; hiç susmasın Zeki Müren, söylesin durmadan, Elbet bir gün buluşacağız… O hâlâ benden çok daha genç bir şair. Öyle ya, yirmi beş yaşında ölmek ne de olsa pek kolay iş değil. Bugün kadar karanlık o günler böyle genç ölmek elbette tesadüf değil! 5 Mayıs 1973’te, Ankara Kızılay’da Meşrutiyet Caddesi’nde yürürken düşer Arkadaş, belki de düşmedi kim bilir, biri itiverdi birden, başına sert bir darbe indirip. En çok da bu yüzden hep söyleriz, asla yalnız yürümeyeceksin! Allah’ı, kedileri, anneleri ve Yurtsevenleri o günler de pek kimse sevmezdi, bugün de olduğu gibi. Bugün onu sevenlerden çok daha fazlaydı, o günlerde onu sevmemek için direnenler. Onun da bir ısrarı vardı, sevilmek şöyle dursun da, sevmek üzerine. İnsanı ancak öldüğüne emin olduklarında düştüğü yerden kaldırırlar. Arkadaş, o gün Numune Hastanesi’ne kaldırılır. Beyin kanaması geçirmiştir, aynı gün kaybeder hayatını. Oysa şairin içi ezelden beridir kanıyordu, bu iç kanamasından herkes bihaber. Dinmeyen hasretliği bu yüzdendi. Bu yüzdendi, kavuşamaması, işkenceler, ölüm ilanları, itilmişlik, tehditler, darp. Bu yüzdendi, dışarıdan hayran hayran, âşık âşık bakması kimsenin onu buyur etmediği içeriye. Belki de sürseydi yaşamı o kendi kendine sonlandıracaktı, yaşamın kendine ait kısmındaki bu acılı akışı. 9 Mayıs’ta Ankara Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verilir: Ada H: 9, Parsel: 12. Alın taşında şu yazar, TRT Mensubu Genç Ozan. O günler yeryüzüne henüz inmemiş olan ben de onunla beraber gömüldüm dersem, inanır mısınız? İnanmalısınız. Hep derim ya, ölüm eşitler insanları. Beni şimdi şairle akran kılan yirmi beş yaşındaki bu trajik ölümüdür belki de. Gelecekçilerden Marinetti, sanatta tam anlamıyla bir devrim yapmayı amaçlıyordu bir zamanlar. Böylece eski sanatla bağını tümden koparmak istiyordu. Ona göre; geçmişte tutulması, değerlendirilmesi, yüceltilmesi gereken hiçbir değer yoktu. Artık katışıksız yeni’yi başlatmak gerekiyordu. Makinelerden iyiden iyiye değişik görünümler almış bir dünyada hızın, savaşın, güçlülüğün sanatını yapmak kaçınılmazlıktı. Oysa bu sanat değil, cinayetti. İşte bu kararlı kaçınılmazlıkların dişleri arasında bir ölüm kapanına düştü, düşürüldü Arkadaş Zekai Özger. Bütün gelecekçilere rağmen geçmişin içinde değerli bir şey kalarak… Her şey her şeyle orantısız bir bağlantı içinde bu dünyada. Dışlanmış, ötekileştirilmiş bütün insanların askıda temsilidir şair. Umudu kuşatan bir barikat, bir duvardı. Yıktılar o duvarı. O duvarın gölgesinde soluklananların ruhunu taşıdığını bilmeyenler bugün hâlâ yaralı. Dünya ve insanlar o günlerde de bugünkü gibi duyarsız, sağır. Çoğulu yöneten tekil şahsın gösterdiği her şeyi taşlamışlardır. Bir afettir ya, bin olur… Bu kaygısız, bu kedersiz duruşun altında kalbin daralması bundandır. Bazen bir taş yerine bir gülü de fırlatıp atsalar insanı öldürebilir. İnsan zaten ölür. Annelerin korkusu düzenin korkusundan ağır gelir de, ne içini dökebilir genç şair, ne dile getirebilir, apaçık içindeki aşkın kalbini kemirip durduğunu üstelik. Gençliğinde iyi şiirler yazmış her şair, Arkadaş gibi sanki yarın ne olacağını bilir. Öleceğini, öldürüleceğini, ölümün insan yutan bir fırtınaya döneceğini… Ölümden kötüsü de var, yok değil. Çıkarıp atamamak üzerindeki gömleği, çıkaramamak içinden kendini başkalarına görünmek istediği gibi…
Günler Perişan şiirinde, yırtarak geçiyor kalbimizden / hayatı da törpüleyen zaman dediği günler, henüz hiçbir kardiyolog bilmiyordu, kalbin de yırtıldığını kâğıt gibi kumaş gibi. Sevdadır adlı şiiri, aynı adı taşıyan kitabıdır da. Yirmi beş yılı sanki tam yüz yıl yaşamış gibi yazmıştır bu şiiri. İçinde, dışarıda olmanın mahpusluğu… İçinde, kavuşamamak… İçinde tutsaklığın insanı yaşatan ağrılı süregelişi… Biz insanlar, insanların hep içine bakarız. Göğsünün, kalbinin, gözlerinin, aklının, ruhunun içine değil, gömleğinin içine. Memelerine, sakallarına, kadınlığına, erkekliğine… Cinsiyetine bakarız, ideolojisine. İdeolojisinin ne söylediğine değil! Kimi nasıl sevdiğine değil, kimi sevdiğine bakarız. Anlamayız pek kendi gibi olanı arayıp bulmuşu, kendinin aynısını bulmuş da ona tutulmuşu. Bizi yaratan zalim mi yaratmış, ne! Hani, zulüm de sadece bir kelime ya, çabucak aktarmışız bunu teoriden pratiğe. Sevdadır şiirinde der ki; Elimi tut / tuttururlar, o kadarına izin verirler. İç yanması nedir bilir misiniz? Okura gerçekleşmiş gibi gelen şeylerin hiç gerçekleşmemiş olmasıdır. O el, o eli hiç tutamamıştır. Tutsaydı da, buna kimse izin vermeyecekti zaten. Bağıra bağıra söylemiştir, aslında kim olduğunu Arkadaş bu şiirinde, Giyecek çamaşır getirdim sana / adettir diye değil, sevdim diyedir / bağışla, eski biraz / bedenim uygundur diye bedenine / elimle yıkadım, ütüledim / elma ağacında kuruttum. Bu katı çağın insanın huyu olduğunu daha yirmi beş yaşında biliyordu. Bilmeseydi, hissetmeseydi o ilk şiirine, Niye Kapalı Kapılarınız – Bulamıyoruz adını vermezdi. Çünkü insan insana durup dururken, ben sana elma yerim diyemez ki… Nasıl olur da kimse bilmez, nasıl olur da kimse görmez sözlerin incittiğini, nefretin öldürdüğünü insanı. Bazı öyküler bazı öykülerin tıpkısı gibidir, birbirlerine öyle çok benzer. İnsanın insana benzemesi başka nedir ki? Aynı dönemler dünyanın bir başka yerinde, bu dünyanın bir başka diliyle aynı hayatı aynı biçimde yaşamış bir başka şair de tıpkı Arkadaş gibi ölmüştür. Pier Paolo Pasolini. Bir bakıma Pasolini’nin ölümü de siyasi bir cinayettir. Bana kalırsa, elbette ki çaresi var ölümün, ecelin kendisi bir siyasettir. İnsanların ilerleyen yaşlarından gayrı ölümlerine neden olan her şey politiktir. Aynı ideoloji de bazen öldürür insanı. Kendi aralarında bir geçimsizliğin kurbanı olurlar insanlar. Bugünlerde gericiliğin bizi gerim gerim gerdiği şu zamanlarda aynı çatı altında birbirlerini itekleyen, yuhalayan, aşağılayan ve ille de ben ben kavgası yapan solcu – toplumcu şairler gibi. Oysa herkes biliyor bunu, örgütlenmek bu değil ki… Benim de bazen soluğumu keser bir bıçak gibi. Böyle böyle içimi bir şey oyar, o oyuntunun yarattığı boşluğu boşlukla bile dolduramam. Şiirinin alıp başını gideceği yerde cinsel tercihleri, tipolijisi yüzünden ve buna rağmen güçlü olduğu çok belli şairlerin en naif yerlerinden itilip darp edilmesine dayanamam. Çünkü bilirim ben de herkes gibi şairin kabulüne engel olanın cinsel tercihlerinin, tipolojisinin değil, güçlü yanlarının olduğunu. Çünkü kimse istemez kendisinden daha güçlü olanı. Kimsenin cinsel tercihlerini merak etmeyen bir insan olarak edebiyatçıların, diğer bütün insanların bu tarz kategorizelendirilmelerinin ve kategorize etmelerinin son derece yanlış olduğu fikrindeyim. Edebiyat, sanattır. Sanat, hayatın bütününü kapsayan bir düş alanıdır. Bir eser, onun inşa edenin elinden çıktıktan sonra ona ihtiyacı olan herkese aittir. Ve bu yaratıcı kişinin cinsel tercihlerinin hiçbir önemi yoktur. Neden olsun ki? Hüseyin Rahmi Gürpınar, Birhan Keskin, Murathan Mungan, Küçük İskender Oscar Wilde ve pek çok genç şair ve dahası ve ben. Sevildik, daha da sevileceğiz. Öyle seveceğiz, öyle sevileceğiz ki, bir gün elbet bu nefreti, bu öfkeyi öpücüklerle boğacağız! Bu güzel manzarada karaçalılar, dikenli otlar da olsun tabii. Çünkü biz her şeyin ve herkesin yaşamaya hakkı olduğuna hep inanacağız. Arkadaş’ın Merhaba Canım şiirinde, o günler öngördüğü ve bugün gerçekten de dediği gibi gerçekleşen seveceksiniz eyleminde hep ısrar edeceğiz. bir gün elbette / zeki müreni de seveceksiniz / zeki müreni seviniz.
…
ve bir gün hiç anlamayacaksınız
güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum
düşüverecek ellerinizden ellerinizden ve
bir gün elbette
zeki müreni seveceksiniz
Belki o günü biz hiç görmeyeceğiz, ama o gün de bir gün mutlaka gelecek. Ötekidir, berikidir demeden, herkesin herkesi seveceği gün… İnsanın, insandan da ölümden de korkmadığı gün… Bu yirmi beş yıllık uzun uzun uzun yaşamı arşı da titretecek kadar solun muhafazakârlığını eleştiren, Ulaş Tosun tarafından bir belgesel film olarak kayda geçti. Merhaba Canım, yayınlanan kısa fragmanıyla içeriğindeki hüzünlü, sitemli yaklaşımıyla belgeselin tamamına oldukça derin bir merak uyandırmaya yetti bende. Sarsıntıcı fotoğraflar şimdilik söz etmiyorum bile. Belgesel kesinlikle bir farkındalık üzerine çekilmiş. Öteki ile ötekilik ile temasın sarsıntılı öyküsünü, Arkadaş’ın kendini fark ettiği andan itibaren ölümüne doğru hızlanan yaşamını ve şiirleri üzerinden uğradığı dışlanmayı, tattığı acıyı merkeze almış. Yönetmen bu filmin hiçbir aşamasında hiçbir fondan ya da onu engelleyecek, sekteye uğratacak, sansürlerine uğrayacak hiçbir kaynaktan faydalanmamış. Burada fon gogo’dan söz etmek istiyorum. Fon gogo, bu filmin daha özgür, daha çok insanla bir araya gelebilmesi adına gönüllülük esas bir destek fonudur. Ölümünden tam yarım asır sonra genç şairlere cesaret ve ilham olacak bu şairle tanışmak, Arkadaş’ın arkadaşı olmak için bu yazıyı buraya bir davetiye gibi bırakıyorum. Bütün yalnızlar, dışlanmışlar, incitilmişler, dolu dolu genç şairler de kendine ayrıca Arkadaş demeli artık. İnsana Arkadaş gerek. Çünkü yalnızlık kimsenin tek başına kaldırabileceği kadar hafif bir şey değil. Son katılım tarihi 15 Mart 2020 olan ve bu yıl 25.si düzenlenecek olan Arkadaş Z.Özger Şiir Ödülü’nü de özellikle genç şair kardeşlerime coşkuyla hatırlatmak isterim. Yirmi beş yaşında ölen bu şair, dilerim hep yirmi beş yaşında kalsın. Dünya döndükçe de daima akranı olacak genç şairlerle anılsın, yaşasın. İnsan gözlerini bir an yumduğunda değiştirebilir dünyasını. Kim olduğunu söylemekten, şiirinizin arkasından durmaktan korkmayın sakın. Korkmayın, çünkü yanınızda hep bir Arkadaş hissedeceksiniz. Arkadaş Z. Özger’i seviniz.