Sonunda farkına varmıştı durumun. Mutlu olabilmesi için bazı şeyleri kabullenmesi gerekiyordu. Dışarıda kendi iç âlemindekinden çok daha farklı bir dünyanın dönmekte olduğuna inandırması gerekiyordu kendini. Ama… Aması vardı bir de işin. Gerçekten mutlu olmayı istiyor muydu?
Kapının hemen arkasında tuvalet sırası bekleyenlerin varlığına aldırmadan biraz daha seyretti yüzünü aynada. Göz altlarını şiş, avurtlarını çökük, bakışlarını anlamsız bulduğu yansımasına iyice sokulup bir kez daha sordu aynı soruyu: İstiyor muydu? Aradığı yanıtı bu şekilde de bulamayacağını artık iyice anlayınca gerisin geri dönüp ellerini bile kurulamadan çıktı kapıdan. Bekleyenlerin tepkili bakışları arasından utana sıkıla geçerek kafeteryanın o gürültülü ortamına yeniden daldı. Masalardan yükselen kahkaha seslerine karıştıkça aslanların ortasına bırakılmış bir ceylan gibi hissetti kendini. Çekindi onlardan, ürktü, bir ürperti duydu içinde; ama onlara yem olmaktan mı yoksa onlar gibi olmaktan mı korktuğuna bir türlü karar veremedi. İstemedi de zaten bir karar vermek. Onun yerine, yazacağı öykülerden birine almayı düşündü bu sözü: Onlara yem olmaktan mı yoksa onlar gibi olmaktan mı… Güzeldi. Eve dönünce ilk işi başlamak olacaktı öyküye. Ama… Aması vardı bir de işin. Ne yazacaktı?
“Saçmalama!” diye yanıtladı kendini, en dipteki masada dakikalardır bekletiyor olduğu Simla’yı bir anlığına bile olsa amasına çözüm olarak gördüğü için. “Bu kadar da aşağılık olma!” diye ekledi ta derininden, “Bu kadar da aşağılık olma! Bu kadar da aşağılık olma, iğrenç herif! İnsanları kendine malzeme olarak görmekten vazgeç artık, vazgeç! Malzemen falan değiller onlar senin! Hiçbir şeyin değiller! Şimdi sus ve otur masaya! Şimdi sus ve otur! Şimdi sus ve…”
Kalkarken masada bıraktığı boşluğunu yerinden etmesine birkaç adım kala anca fark etti ellerinin ıslak olduğunu. Etrafa belli etmemeye çalışarak ikisini de birer cebine doldurup gelişigüzel siliverdi. Avuçlarında kalan son damlaları da dizlerine yedirirken oturuverdi masaya. Ama… Aması vardı bir de işin. İstiyor muydu… Gözlerini Simla’nın o daima parıltılar saçan gözlerinden kaçırmaya ne kadar çabaladıysa da başarılı olamadı. Teslim olmak zorunda kaldı en sonunda onlara. Bu sıkışıp kalmışlık hissine artık bir son vermek için, sırf bunun için, “İşte böyle,” deyiverdi, “anlayacağın, yaşıyorum sessizce.” Ardından bu sözün başka birine hatta bir şaire ait olduğunu hatırlayıp utandı kendinden. Yıllardır öyküler kaleme alan biri olduğu hâlde ömrünü bir çırpıda anlatmaya bu denli yarayacak bir tek cümle kuramamış olmasına fena içerledi. “İnsanın,” diye geçirdi içinden, “hiç değilse bir tane, şöyle güzel bir cümlesi olmalı kendine ait. Hiç değilse bir tane, şöyle güzel bir cümlesi…”
O sırada karşısında bambaşka tellerden çalmaya, ilerleyen yıllarda yapmak istediği şeyleri anlatmaya devam eden Simla’yı dinlemedi bile. Arada tek tük kulağına çalınan “hayal” gibi, “yurtdışı” gibi, “Avrupa” gibi sözcüklere karşılık “Çok harika!” demekle yetindi en son. Ama… Aması vardı bir de işin. Gerçekten böyle mi düşünüyordu? Biliyordu ki Simla’nın konuyu her defasında aynı yere çekmekte ısrar etmesinin tek nedeni, hayallerine onu da dahil etmek istemesiydi. Ve biliyordu ki gerçek bir avcı, avına yem atmak yerine, yemden bahsederdi. “Düşmeyeceğim ağına,” diye mırıldandı çenesini göğsüne gömüp, “başaramayacaksın bunu!” Düşerse her şeyi yarım bırakması gerekeceğinden, her şeyden ve hatta hayallerinden bile vazgeçmek zorunda kalacağından, herkes gibi ve yine herkes kadar mutlu olup bir daha hiçbir şey yazamayacağından emindi çünkü. Sonucunda yine hüsrana uğrayacağından emindi, düşerse. Tüm bunlardan bu kadar eminken tersine atacağı her bir adımın bile bile lades anlamına gelmekten başka hiçbir işe yaramayacağını düşündü. Yolun sonunda kaybetmektense o yola hiç çıkmamasının daha iyi olacağını düşündü üstüne. Yapamazdı, yapmayacaktı; alamazdı kimseyi hayatına, almayacaktı. Bu, ister Simla olsundu ister bir başkası…
Hem daha ne kadar olmuştu ki onu tanıyalı? Altı üstü sekiz on gündü, hadi oluversindi iki hafta… Üstelik bu iki haftanın yalnızca ilk iki gününü birlikte geçirmişlerdi. İki, yalnızca iki… Onları da, ortak arkadaşlarının resim sergisi vesilesiyle, hep bir kalabalık ve hep bir telaş içinde… Düşününce şöyle bir, şöyle bir düşününce, daha neleri sevip sevmediğini, nelerden hoşlanıp hoşlanmadığını bile bilmiyordu ki onun. Şu anda, tam şu anda, şu iğrenç şarkılar susturulup bir türkü çalınsa içeride, duysa onu, bir dinlese, hüzünlenip hüzünlenmeyeceğini… Sokakta, taşların arasında, inatla açmış bir çiçeğe rastlasa sevinip sevinmeyeceğini… O çiçeği bir başka zaman aynı yerde göremese üzülüp üzülmeyeceğini… Hiçbir güzelliğini, hiçbir çirkinliğini, hiçbir şeyini bilmiyordu ki onun! Hiçbir şeyini…
Kafasının içini allak bullak eden bu kuşkular yığınına bir anda yüz çevirip dış dünyaya yeniden döndüğünde, Simla’yla arasında bir değil binlerce masa hatta kocaman bir çöl varmış gibi hissetti. Az sonra söyleyeceklerini ona daha kolay duyurabilmek için ortasına kadar eğildiği bu dört ayaklı çölün üstünden “Yaşıyorum sessizce, demiştim ya biraz önce,” dedi, “unutalım onu, olur mu? Yazgım yasaklı sevdaya diyelim.” Ardından Simla’nın “Nereden çıktı ki şimdi bu?” der gibi bakan gözlerine kayıtsız kalamayıp devam etti sözlerine: “Şeyden… Başkasınındı da ilki, ondan, o nedenle yani.” Böylece konuya gereken açıklamayı getirmiş ve son noktayı da koymuş bulunduğunu sanırken “Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?” sorusuna tutuldu Simla’nın. Kalakaldı öylece. Bilemedi ne karşılık vereceğini. Benzer durumdaki pek çoklarının yapacağı gibi “Nasıl?” sorusuna sığınarak zamana oynamaya çalıştıysa da, peşi sıra aldığı şu açık uçlu yanıt, oyununu bozmakla kalmadı, ruhunu da bedenini de aynı çölün ortasına bir çekiç gibi mıhlayıverdi sanki:
“Dedin ya hani! Sevdaya yasaklı olduğunu…”
“Ben, ‘ben yasaklıyım’ demedim ki, ‘yazgım yasaklı’ dedim. Yasaklı olan ben olsaydım ‘yasaklıyım sevdaya’ derdim. İkisi birbirinden farklı şeyler, çok farklı şeyler,” diyecek oldu, vazgeçti sonra bundan, sustu. Anlaşılamamayı ezber etmiş kimselerin öfkeyle karışık çaresizliğiyle yutmak zorunda kaldı lafını. Ama… Aması vardı bir de işin. Nereye kadardı… Yuttuğundan çok daha fazlasını kusmak istiyordu artık. Sormak istiyordu Simla’ya, bunu neden yaptığını. Dışarıda yüzlercesi, binlercesi, milyonlarcası dururken niçin ısrarla gelip ürkek bir adamın kafes kapısından içeri el uzattığını öğrenmek istiyordu Simla’dan. Ve inandırmak istiyordu en sonunda onu, tutsaklık denen şeyin bazı kuşlar için kafeslerinin içinde değil dışında başladığına ve etrafına kendi elleriyle ördüğü bu görünmez kafesten hiçbir zaman çıkmayacağına, çıkamayacağına… İnandırmak istiyordu Simla’yı…
Çıkarsa başına neler geleceğini, dışarıda nelerle karşılaşacağını, sonlarının nereye varacağını çok iyi biliyordu çünkü. Birbirlerine önce kusursuz birer manzara gibi gelecekler, ardından herhangi bir manzarayı uzun uzun seyreden herkes gibi orada kusurlar bulmaya başlayacaklar, yeri gelecek görmezden gelecekler bu kusurları ama yeri gelecek inadına görünür kılarak birbirlerinin yüzüne vuracaklar, yakınlaşacaklar bazı bazı, sevişecekler de hatta, sonra bu haz dolu vakitlerin sıklıklarına göre sıkılacaklar birbirlerinden ya da dönem dönem kopamaz hâle gelecekler, tabii bu arada gemileri kıyıdan bir hayli uzaklaşmış olacak ve karadalarken heyecanını duydukları her bir şeyin bir süre sonra sıradanlaştığı hissine kapılıp birbirlerinde yeni yeni heyecanlar aramaya başlayacaklar ama bulamadıkça bu hikâyenin bir parçası ya da kahramanı olmaktan çıkıp sürdürülebilmesi için görevlendirilmiş bir tür memuru hâline geldikleri sanısına kapılacaklar ve tüm bunlar olup biterken halılarının altına süpüredurdukları tozlar yüzünden boğularak can verip birbirlerinin anılar mezarlığında iki tarih arasına konmuş bir kısa çizgi olmaktan öteye gidemeyeceklerdi! Çok iyi biliyordu…
Ama sormadan de edemiyordu diğer yandan kendine, böyle yaparak, kendini dünyadan bu denli sakınarak, ruhuna bu denli ağır zincirler vurarak hayatı kaçırıyor mu olduğunu. Öyleydi ya, uzun zamandır yalnızca yazabilmek için kanat çırptığı, simsiyah bir gökyüzünden başka bir şey değildi sanki kendisi için hayat. Orada uçuşan diğer kuşlara ne yapsa varamıyor, onların gülüşüp eğlendiği, sarılıp ağlaştığı, alçalıp yükseldiği yerlerde, gülüşmek, eğlenmek, sarılmak, ağlaşmak, alçalmak, yükselmek üzerine öyküler kaleme alırken buluyordu kendini. Denizlerin maviliğindense mavi sözcüğüne, ormanların yeşilliğindense yeşil sözcüğüne, bulutların beyazlığındansa beyaz sözcüğüne ya da gerisingeri dönüp kafesine sığınıyor, dalgalardan, ağaçlardan, yağmurlardan, kısacası hayattan korkusunu bu şekilde dizginlemeye çalışıyordu. Farkındaydı bunların, farkındaydı, farkındaydı ama… Aması vardı bir de işin. İçinden bir ses “Dön şu kafesine!” diyordu.
İçindeki o sesle biçimlenen ama bunu yalnızca kendisinin anlayabildiği bir tavırla “Bilmiyorum,” diye yanıtladı Simla’yı, “yani yasaklı mıyım, değil miyim, ortada bir yasak var mı ya da, gerçekten hiç… Gerçekten hiç bilmiyorum. Öyle, bir anda… Bir anda aklıma geldi de söyledim öyle. Öylesine yani… Kalksak mı?”
Apartmanın kör ışığı altında anahtarını kilidine oturtmaya çalışırken bir kez daha çınladı kulaklarında kendi sesi: “Kalksak mı?” Ağzından en son ne zaman çıktığını bir türlü kestiremediği bu teklifi üzerine başına sert bir darbe alıp bayılmıştı da sanki, birisi onu kapısının önüne kadar getirivermişti. Ya neler yaşanmıştı o arada? “Kalkalım,” mı demişti Simla ya da hiçbir şey söylemeden terk mi etmişti orayı? Kimse kimseyi terk etmediyse kim kimi bırakmıştı evine, yoksa herkes yoluna mı gitmişti? Buluşmamışlar mıydı ya da hiç, onca şeyi konuşmamışlar, paylaşmamışlar mıydı? Bir çift gizli el tarafından beyninin yoğuruluyor olduğu hissiyle bunları düşünürken kapıyı açtığı gibi içeri attı kendini. Odasına uzanan yol boyunca soyuna soyuna ilerledikten sonra masasının başına çırılçıplak oturuverdi. Arkasındaki dolaptan önüne bir deste kâğıt çıkarıp sabaha kadar bu öyküyü yazdı sonra. Amasını, amalarını… Gün ışırken iyice yanmaya başlayan gözlerini yanındaki pencerenin perde aralığından dışarı dikip insanların yeni günle birlikte hayata karışmalarını seyretti bir süre. Düşündü, uzun uzun düşündü; ama onlara yem olmaktan mı yoksa onlar gibi olmaktan mı korktuğuna bir türlü karar veremedi.