Dizileri mi çekilmedi, filmleri mi yapılmadı, her yıl dönümünde okullarda müsamereleri mi oynanmadı, uğruna yazılmış şiirlerden, yoluna yakılmış türkülerden mi okunmadı… Neler neler! Bir şekilde mutlaka anlatıldı hepimize Çanakkale Zaferi! Toplarla, tüfeklerle, bayraklarla, marşlarla… Ama, ne yazık ki, o yangın yerinde, o felaket günlerinde, o barut ve kan kokuları eşliğinde bile okumaktan asla vazgeçmeyen, cepheye getirttiği edebiyat dergilerinden dönemin şair ve yazarlarını yakından takip eden ve bulduğu her fırsatta başını şiirlere, öykülere gömen o gencecik ihtiyat zabitinin hikâyesine bunların hiçbirinde yer verilmedi, verilemedi. Çünkü hikâyesi de tıpkı kendisi gibi çoktan unutulup gitmişti.
Bugün ülkemizde pek çok yerde dikili bulunan “Meçhul Asker Anıtı” adlı eserlerin böylesi isimsiz kahramanlar için dikildiği, hâliyle hiçbirinin unutulmadığı savunulabilir elbette. Ama, elimde olsa, bahsini ettiğim bu güzel yürekli askerimiz için Çanakkale’nin en güzel yerine bir anıt daha diktirir ve onun toplar tüfekler arasında dergisini açmış okurken göründüğü heykelinin altına kocaman harflerle şunları yazdırırdım: “Aydın Asker Anıtı”!
Belli mi olur, belki bir gün gerçekten dikilir bu heykel. Eğer dikilirse, Çanakkale’nin o aydınlık geleceğindeki bütün delikanlılarına şimdiden önerimdir: Sevgilinize evlenme teklifinizi, gidin, o heykelin önünde edin! Çünkü o heykel aynı zamanda bir aşkın da hikâyesini fısıldayacaktır, duyan yüreklere. Hem de öyle alışık olduğumuz türden bir aşkın da değil, uzaktan uzağa filizlenen bir “ilk okuyuşta aşk”ın hikâyesini… Evet, bir “ilk okuyuşta aşk”ın…
Yayın hayatına 1913 yılında başlayan Talebe Defteri adlı bir derginin 15 Mart 1333 yani yeni takvimle 15 Mart 1917 tarihli sayısının sayfaları arasından doğar bu hikâye. Askerimiz o dönemde hâlâ Çanakkale’dedir ve savaşın başlamasıyla beraber İstanbul’daki Halkalı Ziraat Mektebinin sıralarından alınıp acele bir eğitimle cepheye gönderilmesinin üstünden neredeyse iki yıl geçmiştir. İşte o günlerden birinde, Talebe Defteri adlı bu dergiyi okurken bir yazıya rastlar kahraman asker. “Ağlayan Kahkahalar” başlıklı bu yazıyı okuyup bitirdiğinde, göğüs kafesinin içindeki o haylaz kuşun âdeta çırpınmaya başladığını hisseder. Yazıdan o kadar etkilenir ki aynı duyguları yazarına da beslemekten kendini alamaz. Onca yazı arasından bu yazı, yazarının adıyla birlikte o anda kazınıverir yüreğine. Ama, ne var ki, karşısında bu hislerini açabileceği hayalî bir kadın suretinden başka hiç kimsesi yoktur.
Tesadüf bu ya, aynı isme, ilerleyen günlerde bir başka dergide daha rastlar askerimiz. Üstelik ismin altında bu defa adresi de yazılıdır. İstanbul’un Göztepe semtini işaret eden bu küçücük ayrıntı karşısında dilinin tutulduğunu hissedecek kadar heyecan duyan askerimiz, hemen oturup uzunca bir şiir yazar ve yazdığı bu şiiri adresteki o isme ulaştırmak üzere Çanakkale’den postaya verir. Ardından günlerce bir yanıt bekler şiirine ama beklediğini alamaz. Bunun üzerine bir de mektup gönderir aynı adrese, şansını bir de bu şekilde denemek ister ama yine yanıtsız kalır. En sonunda ise dosdoğru o adrese, İstanbul’a gitmekte bulur çareyi. Komutanlarından aldığı izinle hiç vakit kaybetmeden İstanbul’un yolunu tutar. Henüz lise öğrencisiyken ayrıldığı o şehre, aylar sonra hem kahraman bir asker hem de âşık bir genç olarak geri döner.
Kızcağızın adresi bellidir zaten. İstanbul’daki ilk günlerini hep bu adres dolaylarında geçirir askerimiz. Üstelik yavaştan karşılık bile almaya başlamıştır artık, kızın da gönlü kendisindedir. Hatta bir gün karşılaşmış gibi yapmak üzere buluşmaya karar verir ikili; ama, günü geldiğinde, birbirlerinin yanından selam bile vermeden geçip giderler. Etrafta söz olur diye çekinirler çünkü. Öyle ya, dönem bunu gerektirmektedir. Yine de o birkaç saniyelik kaçamak bakışlar, askerimizin göğsünde günlerdir çırpınıp duran o haylaz kuşu iyice coşturmaya yeter. Evlilik hayalleriyle bürür düşüncelerini. Bunun üzerine genç asker, kendi anne ve babası Maraş’ta, memleketlerinde olduğu için, devreye akrabalarını sokarak kızı ailesinden istetmeye karar verir.


Akrabalar yeğenlerinin bu teklifini ikiletmezler. Hayırlı bir işe vesile olacaklardır sonuçta. Birkaç gün içinde bütün hazırlıkları tamamlayıp aralarında son defa görev dağılımı yaparlar. Kadın akrabalar kızın annesine, erkek akrabalar ise babası rahmetli olduğu için amcasına başvuracaklardır. Öyle de yaparlar. Ama, ne var ki, umdukları kadar kolay ilerlemez süreç. Anneyi ikna etmeleri epey bir zamanlarını alır. Daha doğrusu, ilkin amcayı ikna edip ardından amcanın anneyi ikna etmesini beklerler. En sonunda bir gün yanlarında götürdükleri nişan sepetiyle kız evine âdeta baskın yaparlar. Olayların bu şekilde oldubittiye getirilmesine fena hâlde bozulan annenin asık yüzüne aldırmadan yüzükleri sepetten çıkarıp gençleri nişanlarlar.
Çanakkale’de bir derginin sayfaları arasında filizlenip İstanbul’da bir çift yüzükle çiçeklenen bu muhteşem hikâyeyi her andığımda “Acaba,” derim kendi kendime, “Çanakkale’nin o aydınlık geleceğinde dikilmesini umduğum ‘Aydın Asker Anıtı’nın iki ayrı köşesine birer kitabe konulsa, birine bu ‘ilk okuyuşta aşk’ın hikâyesi, diğerine ise Cemal Süreya’nın ‘Ben asker değilim nişanlıyım’ dizesi yazılsa nasıl olur?” Böylece emeği geçenler bir taşla, pardon, bir aşkla iki kuş vurmuş ve dedesi Çanakkale’de şehit düşen Cemal Süreya’yı da anmış olurlardı, ne iyi! Yeşillikler içerisinde kocaman bir kaide, kaidenin üstünde dergisini okurken görünen bir asker heykeli ve heykelin iki yanına kondurulmuş, altın sarısı birer kitabe… Bu altın sarısı kitabelerin birinde bir aşk hikâyesi nefes alıp veriyor, diğerinde ise bir Cemal Süreya dizesi… Hey gidi…
Buraya kadar her şey gerçekten de “Hey gidi!” dedirtecek güzelliktedir; ama, ne yazık ki, hikâyenin bundan sonraki kısmı aynı güzellikte ilerlemez. Kızının bir oldubittiyle nişanlanmasını bir türlü kabullenemeyen müstakbel kayınvalide, düğün hazırlıkları için anne ve babasını memleketleri Maraş’tan alıp İstanbul’a getirmek üzere yola çıkan damat adayının ardından nişanı bozar. Bu defa ne kadar kararlı olduğunu göstermek için de, bir sepet dolusu hediyeyi kızının parmağından zorla çıkardığı yüzükle birlikte oğlanın akrabalarına geri gönderir. İstanbul’da bunlar olup biterken Maraş’ta her şeyden habersiz bir şekilde evlilik hayalleri kurmaya devam eden askerimiz ise, acı haberi aldıktan sonra ne kadar yıkılsa da ümidi elden bırakmaz. Kaderin onları yeniden bir araya getireceğini düşünerek geçirir günlerini. Bu hisler içerisinde kalbinin en derinliklerine gömmek zorunda kaldığı aşkını da yanına katıp, Çanakkale’de çıkardığı üniformasını yeniden giyerek, bu defa Kurtuluş Savaşı cephelerimizin yolunu tutar.


Hayatının aşkını bulduğunu sanırken annesinin azabına uğrayarak bir anda boşluğa düşen genç kız ise, çaresiz, kaldığı yerden devam eder hayatına. O, eski nişanlısı kadar ümitli değildir yeniden birleşecekleri bahsinde; çünkü annesini iyi tanımaktadır. Bu yüzden unutmaya çalışır genç askeri. Şiirler, yazılar kaleme almayı sürdürürken aynı zamanda okuyup öğretmen olur. Hatta evlenip iki de çocuk getirir dünyaya. Gel zaman git zaman, o eski günleri hayatından gelip geçen hafif bir bahar rüzgârı olarak görmekten kendini alamaz. Olanlar olmuş, anılar bile toz tutmuştur neticede. Böyle anar o günleri. Ta ki, bir gün, görev yapmakta olduğu okulun öğretmenler odasında otururken içeriye elinde zarfla bir başka öğretmen arkadaşı girene kadar…
O gün, aradan geçen yaklaşık yirmi yılın sonunda o bahar rüzgârı, âdeta bir kasırgaya dönüşür öğretmenimizin kalbinde. Eline geçen zarftan, nişanlı bulundukları yıllarda o ilk aşkına gönderdiği alyanslı bir fotoğrafı ile beraber yıpranmış birkaç mektubu çıkar çünkü, çıkar ve esmeye başlar odanın içinde. Zarfı getiren arkadaşı ise üzerinde kalan yükü daha fazla taşıyamayacağını belli etmek istercesine “Ben de bu vazifeyi bir arkadaştan devir aldım, kendisi sizi tanımıyor, gelmeye cesaret edemedi,” dedikten sonra başlar anlatmaya: Bu yaptığının bir ölünün son arzusu olduğunu, mektupların sahibinin Kurtuluş Savaşı’nda başına saplanan bir mermi yüzünden tam on sekiz yıl boyunca Bakırköy Hastanesi’nde yattığını ve daha geçen ay öldüğünü aktarır meslektaşına. Ve bu on sekiz yıl boyunca yatağa mahkûm bir hâlde yaşayan askerin hep aynı şeyi yaptığını, ne vakit parmağı yüzüklü bir hanım görse yüzüğü zorla çıkarttırıp içini okuduğunu, sonra da başını ümitsizce sallayarak yüzüğü geri verdiğini…
Tabii, bu hikâye, yarım kalan o “ilk okuyuşta aşk” hikâyesinin bu hazin sonu, bir hayli derinden etkiler öğretmenimizi. Vaktiyle yazılarına vurulup hem kahraman bir asker hem de âşık bir genç olarak karşısına çıkan ve ona hayatının hem ilk aşkını hem de ilk ayrılığını yaşatan bu askerimiz için değil bir yazı, sayfalar dolusu bir roman kaleme alır. Aşk ve Zafer adını verdiği bu romanında, eski nişanlısının yatağa mahkûm bir hâlde tam on sekiz yıl boyunca tek yaptığı ve kendisine ancak ölümünden sonra söylenen o şeyi ise, şu cümlelerle anlatır:
“İbrahim her ziyaretçisine, hatta başka hastalara gelen ziyaretçilere de, mutlaka, parmaklarındaki nişan halkasını çıkarttırır, içini okuduktan sonra, çok defa mahzun, ümitsiz, bazen de neşeli, ‘O değil!’ deyip yüzüğü iade ederdi.”
Alıntıyı yahut bütünüyle romanı okuyanlar sanmasınlar ki İbrahim’dir askerimizin adı. O, asteğmen rütbesiyle katıldığı Çanakkale Savaşı’ndan sonra Maraş’ta, Antep’te de kahramanlıklar gösteren ve son olarak Sakarya Savaşı’nda çarpışırken başına isabet eden mermi yüzünden tam on sekiz yıl boyunca yaşam mücadelesi vermek zorunda kalan, İstiklâl Madalyalı kahramanımız Muharrem Bayazıt’tan başkası değildir! Ve onun, kalan on sekiz yıllık ömrü boyunca her gördüğü yüzükte arayıp durduğu ama bir türlü bulamadığı isim ise, Aşk ve Zafer’den başka daha bir sürü eserde imzası bulunan, edebiyat tarihimizdeki unvanıyla “Kadın Yazarların Annesi”, Halide Nusret Zorlutuna’dır!
Bilmiyorum, hayalini kurduğum o “Aydın Asker Anıtı”nın tam karşısına bir de devasa bir yüzük kondurulsa, bu devasa yüzüğün içine de askerimizin mutlaka görebileceği bir şekilde kocaman harflerle “Halide Nusret” yazılsa acaba nasıl olur! Hem böylece hikâyedeki hiç kimsenin “meçhul” değil, tam aksine bilinen ama yalnızca adları unutulmuş birer “aydın” oldukları da ziyaretçilerinin iki kulağına birden fısıldanıverirdi. Tıpkı hayatlarımızdan gelip geçtiğini sandığımız o hafif bahar rüzgârlarının her an bir kasırgaya dönüşebilecekleri ihtimalinin, yüreklerimize bu “ilk okuyuşta aşk” hikâyesiyle fısıldandığı gibi…
KAYNAKÇA
* Bir Devrin Romanı, Halide Nusret Zorlutuna, Timaş Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, Aralık 2013
* Halide Nusret Zorlutuna Nesirleri, Hatem Türk-Merve Özbayrak, Arı Sanat Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul, Ekim 2019
* Maraş Meşhurları, Yaşar Alparslan-Serdar Yakar, Kahramanmaraş İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Kahramanmaraş, Mayıs 2019
* Sevda Sözleri, Cemal Süreya, Yapı Kredi Yayınları, 46. Baskı, İstanbul, Mart 2012
* Uluslararası Milli Mücadele Döneminde Maraş Sempozyumu, II. Cilt, “Halide Nusret Zorlutuna’nın Roman ve Hatıralarında Muharrem Bayazıt”, Ömer Yalçınova, s.255-259
* “Muharrem Bayazıt Kimdir?”, Maraş Gündem (İnternet) Gazetesi, Yayın Tarihi: 1 Mayıs 2017