1886 yılında Çanakkale’de doğan ve çeşitli savaşlara katıldıktan sonra yaşamını sırasıyla İstanbul Maliyesi’nde, Silifke Tekir Çiftliği’nde ve İstanbul Belediyesi’nde çalışarak sürdüren Nâzım Kaleli, hatıralarında bir büyüğünden şu sözlerle bahseder:
“İnsanlar üzerinde olduğu kadar, hayvanlar üzerinde de sanki manevî bir tesirden ötürü hâkimiyeti varmış gibi gelirdi bana. Kendileri hayvanları çok sever, hem de en haşin olanlarına dahi söz geçirmesini bilirlerdi.”
En huysuz atların bile o binecekken arka bacaklarını kırıp bellerini indirdiklerine tanıklık eden Kaleli, onun azgın bir boğayı nasıl severek uysallaştırdığını da yine aynı şaşkınlıkla anlatır:
“Yavaş yavaş boynunu ve yelelerini okşadı. Bu sırada heyecandan âdeta nefesim kesilmişti. Sonra da bu kadar azgın olan boğanın bu hâline şaşmış kalmıştım.”
Ondaki hayvan sevgisi, salt Kaleli’nin anılarında yer aldığı kadarıyla sınırlı değildir. Yaşamı boyunca bir sürü hayvan sahiplenir ve onlarla çok sıkı bağlar kurar. Bakımlarını üstlenir onların. Her birini elleriyle besler. Ne var, hasta hâllerini veya ölümlerini görmeye asla dayanamaz. Öyle ki, Ruam hastalığına yakalandığından veterinerlerin öldürmek zorunda kaldığı bir tayı için şunları söyler:
“Çocuğum olmadığında hikmet ve isabet varmış, eğer bir evlat kaybetmek felaketine uğrasaydım, kalbim bu elem ve kedere dayanamazdı.”
Bu yufka yürek, 1937 yılında hazırlattığı Cumhuriyet Köyü projesi kapsamında köyler için birer hayvan mezarlığı tasarlayarak ayrıca hatırı sayılır bir ilke imza atar. “Evcil hayvan” kavramının dahi henüz yaygın olmadığı bir dönemde, onun bu girişimi, hayvanlara verdiği değerin en somut delili olur.
İlk evcilleri ise henüz çocuk yaşlarında edindiği iki yavru köpektir. Halkını cinlerle, perilerle, üfürüklerle oyalayanların üzerine yıllar sonra bir alev topu gibi çökeceğinin işaretini verircesine birine Cin, diğerine Alev adlarını koyar. Onları Alp ve Alber izler. Bir Alman pointeri olan Foks ise yaşamında apayrı bir yer tutar. Nereye gitse yanındadır, onu da götürür.
Ceylanı, kanaryaları, güvercinleri vardır. Ölen tayı için sarf ettiği sözlerden de anlaşılacağı üzere atları tutku derecesinde sever. Karadeniz, Verite, Akın, İnci, Yıldız, Çankaya ve Sakarya, atlarına verdiği isimlerden bazılarıdır. İyi binicidir.
Aynı zamanda bir kediyle diplomasi yapan ilk devlet adamıdır. Kendisine bir sandık Atina şarabı getiren Yunanistan başbakanı Venizelos’a beyaz renkli bir Ankara kedisi hediye ederek tarihe bir kez daha geçer. Farklıdır çünkü o. Başkadır. Mustafa Kemal Atatürk’tür.
1923 yılında, eşi Latife Hanım’la birlikte İzmir İkiçeşmelik’te görürüz Mustafa Kemal’i. Bu ziyaretlerinde, Türkiye’nin ilk sinemacısı Cemil Filmer’in işlettiği Ankara Sineması’na gelirler ve kendilerine ayrılan locaya otururlar. Salon hıncahınç doludur. Ne var, herkesin erkek olduğunu gören Mustafa Kemal, Cemil Filmer’e “Neden hiç kadın yok?” diye sormadan edemez. Cemil Bey’in yanıtı ise, “Paşam, kadınlara yalnız salı günleri sinema gösteriyoruz.” olur. Aldığı yanıt üzerine Mustafa Kemal, yaverine dönerek, “Salonun yarısını boşaltın, bizi karşılamak için dışarıda biriken kadınları davet edin.” der.
Tarihimizde ilk kez kadın-erkek bir arada seyrettiğimiz o filme Atatürk kahkahalarla eşlik eder. Çok beğenir filmi. Bittiğinde ise hayranlığını gizleyemez ve şunları ekler:
“Hayatımda hiç bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Şunu bir daha seyretsek olmaz mı?”
Ve “Şarlo İdama Mahkum”, bir kez daha yansıtılır beyazperdeye.
O gün Mustafa Kemal’in beğeni ve ricasıyla ikinci kez seyredilen Charlie Chaplin, yıllar sonra, 7 Aralık 1942’de Amerika’nın Sesi Radyosu’na katılır. Türkiye’ye yönelik radyo yayınları Amerika’da o yıllarda yeni başladığından, program için Türk halkının sevgisini kazanmış bir sanatçı özellikle tercih edilir ki Chaplin isabet olur. Spiker, kendilerine katılımlarından dolayı teşekkür ettikten sonra sorar:
“Dostlarımıza ve sizi sevenlere ne söyleyeceksiniz?”
“İlk fırsatta onları mutlaka ziyaret edeceğim.”
O ziyaret gerçekleşmez; fakat sanki gerçekleşmeyeceğinin özrü niteliğinde, Chaplin, sözü bir kez daha alarak “Onlara bir Nasreddin Hoca hikâyesi anlatmak istiyorum” der ve devam eder:
“Birgün komşusu Hoca’dan eşeğini birkaç saatliğine ödünç ister. Hoca, ‘Eşek şu anda burada değil’ der. O esnada eşek ahırdan anırmaya başlar. Bunun üzerine komşusu, ‘Hoca, Hoca! Bak eşeğin sesi geliyor! Utanmıyor musun yalan söylemeye?” deyince Hoca, ‘Ya hu’, der, ‘bana mı inanacaksın yoksa ahırdaki eşeğe mi?’”
Bitmez! Charlie Chaplin, büyük bir ciddiyetle, son noktayı şu soruyla koyar:
“Türkiye’den beni sevenlere şunu söylemek istiyorum: İnsanlık artık bir karara varsın; insanların sesini mi dinleyecekler, yoksa eşeklerin anırmalarını mı?”
- Dünya Savaşı’nın orta yerinde Chaplin’in sorduğu bu soru, radyolardan kulaklarımıza bir kurşun sesi gibi dolarken çok geçmeden anlaşılır ki, sanatçı, nişanını Hitler’e almıştır.
Ömrü boyunca emperyalizmin kulaktan kan getiren anırmalarını kesmek için savaşan ve bu uğurda sonsuz mücadele veren Mustafa Kemal Atatürk’le Etimesgut Çiftliği’ne, bu kez bizden bir eşeğin yanına gidelim.
Bir sonbahar günü, Mustafa Kemal, aracından inip çiftlik dolaylarında gezinmek ister. Arkasında yaverleri, köşk polisleri, uşağı Cemal Granda ve köpeği Foks vardır. Granda bir yandan Foks’la oynaşarak yürüdüğünden ikisi bir hayli geride kalır. O sırada karşı patikadan geçmekte olan bir köylü ile eşeğini gören Foks, Granda’nın elinden kurtulduğu gibi havlaya havlaya eşeğin üzerine koşmaya başlar. Bir anda ne olduğunu anlayamayan köylü, elindeki sopayı olanca hızıyla Foksa savurarak onu engellemeye çalışır.
Granda ne yapacağını bilemez. Atatürk’e belli etmemeye çalışarak hemen köylünün yanına koşar ve ona “Sen çıldırdın mı be adam? Şu sopa fırlattığın köpek kimin biliyor musun?” diyerek çıkışmaya başlar. Köylü, korkacağı yerde daha da dikleşerek, “Ne olmuş yani?” deyince Granda dayanamaz:
“O köpek Gazi’nin köpeği…”
Bunu duyunca köylünün korkudan sıvışacağını sanan Granda, hiç beklemediği şu yanıtı alır:
“O Gazi’nin köpeğiyse bu da benim eşeğim! Gazi bir köpek daha bulur ama, ben bir eşek daha alamam!”
Böylece bir kefesinde çoban ile eşeğinin, öbür kefesinde ise cumhurbaşkanı ile köpeğinin yer aldığı bir teraziyi dahi dengede tutmakla Mustafa Kemal, aslolanın adalet olduğunu bir kez daha gözler önüne seriverir; ama ona diktatör yaftası yapıştıran eşeklerin, hoşaftan ne zaman anlayacakları hâlâ merak konusudur.
Eşeğin hoşaftan anlamadığına, anlamayacağına sanıyorum ki toplumca hemfikiriz. Öyle ki bu bağdaştırmanın “bilgisiz, görgüsüz kimse ince, güzel şeylerin zevkine varamaz, değerini ölçemez” anlamıyla Türk Dil Kurumu külliyatlarında yer alması savımı doğrular nitelikte. Ya rakı? Eşekler rakıdan anlar mı? Sorumuza bir yanıt bulabilmek için elimize Zübük Gazetesi’nin 1 Ekim 1962 tarihli 35. sayısını almamız gerekir.
Aziz Nesin’in çıkarmış olduğu bu gazetenin söz konusu sayısında şaka yollu, uydurma bir reklam yayınlanır. Adı üstünde, siyasî mizah gazetesidir Zübük. Alaycı bir tavırla “VATANDAŞ! YEŞİLAY’A İNANMA!” sloganıyla başlayan bu reklam bir Tekel reklamı olmakla birlikte başrolünü bir eşek üstlenir. Ne var, “bir yanında rakı”, “bir yanında şarap” ile verdiği pozdan anlaşıldığı üzere eşek bir hayli şaşkındır. Şaşkınlığının sebebine ve sorumuzun yanıtına varabilmemiz için aynı reklamın şu dörtlüğünden geçmemiz gerekir:
“Pekiy, bu eşek neden içmez?
Merkepliğinden mi? Estağfurullah…
Zavallı alışmamış da ondan.
İçse o bile adam olur.”
“Suyunu içip tanelerini ayırdıklarından” hoşaftan anlamadıklarına kanaat getirdiğimiz eşekler, Zübük’e göre ona henüz alışmadıkları için anlamazlar rakıdan. Oysa reklamın “estağfurullah” deyip geçtiği “merkeplikleri”, yabana atılacak bir ölçüt değildir.
Nedenini, niçinini yine Mustafa Kemal Atatürk’le ama bu defa Çankaya Köşkü’ne doğru yol alarak öğrenebiliriz.
Dinlediğinde Mustafa Kemal’i en az Şarlo kadar güldüren bir hikâyeye göre, Yeşilay Derneği’nin bir toplantısında konferansçı sorar:
“Sevgili dinleyicilerim, bir eşeğin önüne bir kova su, bir kova rakı koysanız hangisini içer?”
İçlerinden biri yanıt verir:
“Tabii suyu…”
“Neden?”
İkinci yanıt, orada bulunmakta olan bir keyif ehlinden gelir:
“Eşekliğinden!”
Mustafa Kemal bu hikâyeyi çok sever, sık sık tekrar eder. Bir akşam köşkün bahçesinde dostlarıyla birlikte demlenirken uzaktan bir çocuğun kendilerini seyrettiğini görür. Mustafa Kemal, çocuğu yanına çağırdığı gibi aynı soruyu ona sorar:
“Bir eşeğin önüne bir kova su, bir kova da rakı koysalar hangisini içer?”
Çocuk bakar ki koskoca Paşa rakı içmektedir, hiç “su” demek olur mu?
“Rakıyı efendim.”
Bunun üzerine Mustafa Kemal gülerek yanındakilere “Aman neden olduğunu sormayalım.” der.
Böylelikle tarihimiz boyunca yalnızca iki kez bir araya gelen eşek ve rakı, ilk buluşmalarında hayvansever Mustafa Kemal’i güldürürlerken ikincisinde ise Aziz Nesin’in yobaz kesimlerce topa tutulmasına neden olurlar.
Ve ne gariptir, Aziz Nesin, ironiyi eserlerine en güzel biçimde yansıtan bir şair olarak yobazlardan yakındığı o şiirine “Ata’m İzindeyiz!” adını verir. İşte söz konusu şiirden bir dörtlük:
“Yobazlarla gericiler,
Onlar bizden daha zinde!
‘Atam, Atam…’ derler ama
Bir adınız var sizin de…”
Ne ki Mustafa Kemal’in ömrü bu şiiri okumaya yetmez. Nitekim şiir, kendisinden yıllar sonra yazılır. Ama eğer okuyabilseydi ilk tepkisi ne olurdu, bu hususta bir fikrim yok değil:
“Hayatımda hiç bu kadar içlendiğimi hatırlamıyorum. Şunu bir daha okumasak olmaz mı?”