Vaktiyle Kadıköy Belediyesi tarafından yazar, çevirmen, devlet adamı ve hepsinden önemlisi bir hayırsever olan “Yusuf Kamil Paşa”ya ayrıldığı için müzesinin bulunduğu sokağın tabelasında göremediğimiz “Barış Manço” adını, günümüzde İstanbul’un iki yakası arasında bir saatin sarkacı gibi gidip gelen yolcu vapurlarından birinin bordalarında okuruz. Ben ne zaman bu vapura binsem, peşimiz sıra uçuşan martıları hep aynı şarkıyı söylerlerken bulurum:
“Arkadaşım va, arkadaşım pur, arkadaşım vapur”…
Eşekler bu işin neresindedir, bilinmez; ama martılarla vapurların nasıl arkadaş olduklarını, Şiiriçi Hatları Vapuru’nun kıdemli kaptanı Sunay Akın çok iyi bilir:
“İstanbul vapurlarının gövdesi beyaz, bacaları ve can simitleri sarı renklidir. Neden mi? Martılara benzesinler diye. Çünkü İstanbul martılarının gövdesi beyaz, gagaları ve ayakları sarıdır. Vapurlar, martılarla arkadaş olsunlar diye onlarla aynı renge boyanmışlardır.”
Ne ince bir düşünce, değil mi? Sen tut, martılarla arkadaş olsunlar diye vapurları onlar gibi sarı beyaz renklere boya! Bu sözlerini, Akın, şöyle sürdürür:
“Zaten bir İstanbul kaptanı, vapuruyla boğazda yol alırken suyun üstünde bir martı görse martı rahatsız olmasın diye yolunu değiştirirdi.”
İşe bakın! Bugün aynı İstanbul’da, otomobillerini yayaların üzerine sürüp bu yetmezmiş gibi korna tacizlerinde bulunan magandalar görüyoruz. Sahi, sudan karaya insan evriminin geldiği son nokta bu mu olacaktı?
Evrim, demişken; İstanbul halkı, günümüz vapurlarının ortak atasıyla ilk kez 1828 yılının 20 Mayıs günü karşılaşır. O güne kadar yelkenli gemilerden başkasını görmemiş olan halk, o gün devasa bir geminin Sarayburnu önlerinden dönerek Haliç’e doğru nazlı nazlı ilerlediğini görünce şaşkına döner, gözlerine inanamaz. Nitekim simsiyah dumanlar savuran incecik bacası ve iki yanında dönen kocaman çarklarıyla bu gemi, Boğaz’a mandalar gibi yayılmış yüzlerce irili ufaklı teknenin hiçbirine benzememektedir.
Buhar gücüyle çalışan bir gemiyle İstanbul halkının ilk kez karşılaştığı o gün, aynı zamanda Türk denizciliği için dönüm noktası olur. Dönemin ileriyi gören padişahı II. Mahmud, gemiyle yakından ilgilendikten sonra benzerlerinin yapılması için tersanelerimizi derhal harekete geçirir; çünkü farkındadır, gelecek artık makineli gemilerindir. Üstelik daha birkaç ay önce Yunanistan’ın Navarino limanında Fransız ve Rus savaş gemileri tarafından tuzağa düşürülerek kahpece yok edilen donanmamızın yeniden inşası adına, bunu, önemli bir adım olarak görür.
- Mahmud’a ilham ve bir bakıma umut olan Swift adlı bu İngiliz gemisi, bir daha geri gönderilmeyerek en sonunda 1250 kese akçaya hükûmet tarafından satın alınır. Güvertesine monte edilen iki topuyla donanmamızda önemli roller oynar, o cephe senin bu cephe benim gider gelir. Osmanlı’nın devşirme geleneğinden payına düşeni almakta gecikmeyen Swift’in adı, böylece Sürat olur; ama İstanbul halkı, ona ta ilk günlerde kendi koyduğu bir başka adla seslenir:
“Buğu gemisi…”
“Buğu gemisi geliyor, koşun!”
“Yaşasın! Buğu gemisi…”
Acaba, diyorum, günümüz İstanbul’unda vapurla bir yakadan ötekine geçerken dışarıyı daha iyi görebilmek için elinin tersiyle yanındaki camın buğusunu silen kaç kişi bu hikâyeyi hatırlar? Gördüğü ilk buharlı gemiye, sırf bacasından dumanlar savuruyor diye, “Buğu” adını yakıştıran o eski İstanbul halkının yaratıcılığıyla bugün kaç kişi övünürken görülür?
Bir; bilemediniz, iki; taş çatlasın, üç; değil mi? Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde bu sayının üçü geçemeyecek olması, sanıyorum, ne derece balık hafızalı bir millet olduğumuzun en büyük göstergesidir.
Ülkemizi çeviren bu üç deniz arasından hırçınlığıyla öne çıkan Karadeniz’in hemen kıyıcığında, Kastamonu’nun Cide ilçesinde dünyaya gelen Rıfat Ilgaz, Sait Faik’e ithaf ettiği “Taş Mı Yesin!” şiirinde Galata Köprüsü’ne şöyle seslenir:
“İş mi bu yaptığın, Galata Köprüsü?
Havalar yağışlı mı gidiyor,
Al yolcuyu bindir vapura
Düşünme sandalcı İdris’i!
Çeyreğe dolmuş mu beklesin
Kürek mi çeksin akıntıya,
Söyle İdris taş mı yesin?”
Rıfat Ilgaz’ın kızgınlık nedeninin ilk bakışta Galata Köprüsü olduğu düşünülebilir. Oysa Ilgaz, bu dizelerde üstü kapalı bir biçimde “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” demektedir. Nitekim “sandalcı İdris” gibilerini ekmeklerinden eden, kapitülasyonların kendilerine sağladığı haklardan yararlanarak Boğaz’da yolcu vapuru işletmeye başlayan İngiliz ve Rus şirketleridir. Galata Köprüsü’nün bu işte bir parmağı olduğu düşünülemez.
Osmanlı yönetimi Buğu gibi ilk buharlı gemilerimizi donanmaya katınca hem bu boşluğu hem de Boğaz’ın iki yakasının rağbet görerek gelişmeye başlamasını fırsat bilen bu iki şirket, sularımızda ilk vapurlarını 1837 yılında çalıştırmaya başlar. Hızları ve rahatlıkları sayesinde halkın bir anda gözdesi olan bu vapurların, sandalcı İdrisleri, kayıkçı Şerefleri, mavnacı Osmanları al aşağı etmesi ise kaçınılmaz olur. Sonunda, Ilgaz’ın dediği gibi, küçük esnafa ancak taş yemek düşer.
Bu iki vapurun çalışmasına engel olunamayacağı için, hükûmet, çareyi onlarla rekabet etmekte bulur. Ki izlenen bu yol, zamanla bir Osmanlı geleneği hâline gelecek; böyleyken Osmanlı Devleti, hukuken engelleyemediği her bir yabancı vapurun karşısına, aynı hatta daha ucuza hizmet veren yeni yeni vapurlar çıkaracaktır. Bu anlayış doğrultusunda, Boğaz sularında çalıştırmaya başladığımız ilk Türk bayraklı yolcu vapurumuz, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın 1843 yılında Sultan Abdülmecid’e hediye ettiği Hümapervaz olur. Hümapervaz’ı ise çok geçmeden Mesir-i Bahri izler.
Ne var, Hümapervaz ve Mesir-i Bahri ikilisi, İstanbul’un vapur ihtiyacını karşılamaya yetmez. Sayılarının ve dolayısıyla seferlerinin az sayıda oluşu, ne halka ne devlete yarar. Bunun üzerine, dönemin iki önemli devlet adamı, Keçecizade Fuat Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa, kafa kafaya verip bir çözüm yolu ararlar. Birlikte bir süre görevli bulundukları Romanya’dayken gördükleri, Tuna Nehri üzerinde seferler yapan vapurlardan aldıkları ilhamla, oturup bir rapor hazırlarlar. Bu rapora göre, kendi sularımızda düzenli bir şekilde ve fazla sayıda vapurla yolcu taşımacılığı yapabilmemiz için kesinlikle ve ilk yapılması gereken, bir şirket kurmaktır.
Dönemin sadrazamı Büyük Reşid Paşa’nın desteği ve Sultan Abdülmecid’in onayıyla hiç vakit kaybetmeden kurulan ve kurulduktan hemen sonra 17 Ocak 1851 tarihli Takvim-i Vekayi gazetesinde yayınlanarak resmîlik kazanan bu şirket, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin ilk anonim şirketi olur. Şirketin adını öğrenmek üzere, Attilâ İlhan’la, namıdiğer Kaptan’la kısa bir yolculuğa çıkalım:
“bir yalan ki durmadan eksilir
bakarsın o resim hicranlı sarı
inanılmaz bir hızla her an değişir
şirket-i hayriye’nin yorgun vapurları”
İlk vapurlarına, kuruluşundan ancak üç yıl sonra, 1854’te kavuşan Şirket-i Hayriye, Maudslay adlı bir İngiliz fabrikasına ısmarladığı bu vapurların parasını, bu üç yıllık süreçte satışa çıkardığı hisse senetleriyle karşılar. İlkin 1500 ve ardından 500 daha olmak üzere toplamda 2000 adet hisse senedini tanesi 3000 kuruştan satışa çıkaran şirket, ilk seferde 60.000 kuruşu bulan ve sonra giderek artan sermayesiyle, borçlarının üstesinden kolaylıkla geliverir.
Zamanla büyüyerek yetmiş yedi adet yolcu vapuru, üç adet kömür gemisi ve bir adet gezinti teknesiyle İstanbullu’ya tamı tamına 94 yıl boyunca hizmet edecek olan Şirket-i Hayriye’nin o ilk hissedarları arasında yer alanların, dönemin önde gelen devlet adamları ve sayılı zenginleri olduğunu görürüz. Hatta ve hatta, satın aldığı 100 adet hisse senediyle liste başını, Sultan Abdülmecid tutar. Sultan’ı, 50 adet hisse senediyle, annesi Valide Bezmiâlem Sultan izler.
Listenin üçüncü sırasında ise, Barış Manço Müzesi’nin bulunduğu sokağa adını veren Yusuf Kamil Paşa’nın eşi ve aynı zamanda ilk Türk bayraklı yolcu vapurumuz Hümapervaz’ı Sultan Abdülmecid’e hediye eden Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kızı, Zeynep Hanım’ın adını okuruz. Ne var, Zeynep Hanım, şirketin 20 adet hisse senedini satın alırken tabutunun yıllar sonra bir Şirket-i Hayriye vapuruyla taşınacağından elbette ki habersizdir.
Hazır, diyorum, Barış Manço ile Yusuf Kamil Paşa karada komşu olmuşlarken; Barış Manço vapurunun yanında bir Zeynep Kamil vapuru yüzdüremez miyiz? Aşkları dillere destan olmuş bu güzel çifti martılarla arkadaş edemez miyiz? Üzerinde dünya tarihinin ilk aşk şiirinin yazılı bulunduğu bir Sümer tabletine ev sahipliği yapan İstanbulumuzun iki yakasını, bordalarından bir aşk öyküsünün okunacağı bu vapurla birleştiremez miyiz?
İyi de, canım, Yusuf Kamil Paşa’yı ne diye katarsın ki işin içine, dediğinizi duyar gibiyim. Aman efendim, Leyla ile Mecnun’un, Ferhat ile Şirin’in, Kerem ile Aslı’nın bile aralarına bağlaç girmişken; hayrına yaptırdıkları İstanbul’un ilk gureba hastanesinden bu yana adları hep yan yana anılan “Zeynep Kamil” aşkını ayırmak benim ne haddimedir!