Yaz çocuğudur. 1936 yılının 21 Temmuz’unda, Kütahya’da dünyaya gelir. Ne var, doya doya yaşayamaz çocukluğunu, gençliğini. Henüz oyun çağındayken, dokuz yaşında hayata atılır. Yemenicilik, kahvecilik, marangozluk, demircilik yapar. Her iş gelir elinden. 51 kiloda boksa başlaması, adının önüne “Ciklet” getirir. Ciklet Hakkı’dır artık o. Bu adla çağırılır.
Saatli Marif Takvimi’nden ninesi için okuduğu maniler onu çok etkiler. Bakar ki yumrukla bir yere varamayacak, yumruk kadar kalbiyle şiirler yazmaya başlar. On altı yaşında yazdığı “Yollarda” adlı ilk şiiri, Yeşilay Dergisi’nde yayımlanır. Önceleri içine kapanık, kişisel duyarlıkların öne çıktığı şiirler yazarken 60’lı yılların sonuna doğru yöneldiği toplumcu çizgide yine birbirinden güzel eserler verir. Şiirlerini öyküleri, romanı, günceleri izler.
Adını edebiyat dünyasına silinmez harflerle yazdırdığında o artık Ciklet değil, Ruşen’dir. Anılarda kalan lakabının yerini, asıl adı Ruşen alır. “Ciklet” gibi “Kütahya” da geri durur kimliğinde. Yirmi beş yaşında genç delikanlıyken tapu fen memuru olarak gittiği İzmit’te kalınca gönüllere İzmitli şair, yazar ve gazeteci Ruşen Hakkı olarak kazınır.
1980 yılı baharında, Ankara Belediyesi, gazetelere ilanlar verir. Bu ilanlarda, “1979 Başkent Ödülleri kapsamında ödül alanların Basın Yayın Müdürlüğü’ne başvurmaları gerektiği” yazılıdır. “Irmak” adlı öykü kitabıyla birincilik kazanan Ruşen Hakkı, bu habere çok sevinir. Nitekim kış yaman geçtiğinden yakıta para yetiştirememiş, sağa sola borçlanmıştır. Alacağı parayla en azından borçlarının bir kısmını ödemeyi düşünür.
İzmit’ten trene binen Ruşen Hakkı, 11 Mart sabahı soluğu Ankara’da alır. Belediye’deki işlerini bitirir bitirmez doğruca Kızılay’a gider. Elinde sigarasıyla Kızılay sokaklarını adımlarken dostu Ahmet Bey’in karşıdan kendisine doğru geldiğini görür. İkili, bu güzel rastlantıdan duydukları mutlulukla sarılır, kucaklaşır, özlem giderirler. Ama Ahmet Bey bırakmaz misafirini. Ruşen Hakkı’yı kolundan tuttuğu gibi müdavimi olduğu Tavukçu Meyhanesi’ne götürür.
Birlikte burada yer, içer, söyleşirler. Sohbetleri her zamanki gibi koyu olur. Sanat âleminden ülkenin hâline, uzaktaki dostlardan eski günlere, uzun bir yolculuğa çıkarlar. Kendilerine eşlik eden ufak rakı şişesi dibini görünce hesabı ödeyip kalkarlar. Günün sonunda Ruşen Hakkı, bir otele yerleşmek üzere ayrılacak olur ama Ahmet Bey bu duruma itiraz eder:
“Olmaz öyle şey, hayatta bırakmam, bizde kalacaksın.”
“Hiç rahatsızlık vermeyim.”
“Asla olmaz! Bize gidiyoruz.”
Ahmet Bey’in ısrarları üzerine Ruşen Hakkı, daha fazla direnip dostunu kırmak istemez. “Tamam” der, kabul eder. Arabaya atladıkları gibi yola koyulup biraz sonra evde olurlar. Hiç bölünmeyen sohbetleri dakikalar geçtikçe daha da koyulaşır. Ne var, Ahmet Bey’in on yaşındaki oğlu evin içinde top oynamaya, kırılacak eşyaların varlığına aldırmadan oraya buraya şutlar çekmeye başlayınca sohbetleri yarım kalır.
Ahmet Bey, oğlunu bu tehlikeli oyundan vazgeçtirebilmek için bir fikir atar ortaya. Yoksa çocuğun duracağı falan yoktur. Ona, “Bırak topunu da”, der, “Ruşen amcan sana bir şeyler anlatsın, hadi onları bestele.” Ruşen Hakkı bu fikre çok şaşırır; ama hiç bozuntuya vermeden başlar anlatmaya: İzmit’in bitmez tükenmez yağmurundan, neminden; trene bindiği istasyondan, tren sesinden; yol boyunca geçtiği köylerden, kasabalardan, akarsu kıyılarından, köprülerden söz eder.
Ruşen amcasını dikkatle dinleyen çocuk, anlatılanlara hiçbir tepki göstermeden doğruca piyanosunun başına gider. Gözlerini kapatır ve ellerini tuşlara yerleştirdiği gibi başlar çalmaya. Ruşen Hakkı, duydukları karşısında bir kez daha ama ilkinden çok daha şiddetle şaşkına döner. Biraz önce salonu yerle bir eden o küçük çocuk, üstelik yalnızca parmakları ve notalarla, yolculuğunu kendisine yeniden yaşatmıştır.
Alkışlar, durmaksızın alkışlar ve alnından öper onun.
Ertesi gün İzmit’e dönen Ruşen Hakkı, bir daha Ankara’ya bundan ancak bir ay sonra, Başkent Ödülleri’nin töreni için gelir. Yolculuk bu kez trenle değil, otobüsledir. 19 Nisan sabahı saat yedide İzmit’ten yola çıkar ve öğle sularında, iki gibi, Ankara’da olur. Çok acıkır karnı. Otogardan Zafer Çarşısı önüne kadar taksiyle geçerek buradan Tavukçu’ya yollanır.
İçeri girer, bakar ki Ahmet Bey her zamanki köşesinde oturmuş, tavuk yemektedir. Dostların bir ay arayla ikinci kez karşılaştıkları o an’ı, Ruşen Hakkı bir espriyle sürdürür: “Tavukçu’da tavuk yemek şart mı yani?” Kendine hamsi, yarım şişe de rakı söyleyen konuk, çöküverir Ahmet Bey’in masasına. İkili, hoşbeşlerinin ardından yarım kalan sohbetlerine devam ederlerken, ne var, Ahmet Bey telaşlıdır. Yemeğini hızla bitirip “Benim hemen gitmem gerek,” der, “oğlanı Mithat Fenmen’e derse götüreceğim, gecikmeyeyim.”
Mithat Fenmen, Ahmet Bey’in oğlunun piyano hocasıdır; bu afacan ve bir o kadar yetenekli çocuğa, haftada üç kez, üstelik ücretsiz, piyano dersleri vermektedir. On yaşındaki çocuğun, Ruşen Hakkı’nın yolculuğunu doğaçlama çalabilmesinin temelinde, hiç şüphesiz, beş yıldır almakta olduğu bu dersler yatar. Çünkü Mithat Hoca’nın öyle ilginç bir öğretim yöntemi vardır ki buna göre her ders doğaçlamayla başlar. Evine gelen öğrencisine, her dersin başında, “Bugün neler gördün sokakta, okulda, trafikte, oyun oynarken; anlat bakalım piyanoyla” der. Öğrencisinin küçücük parmakları tuşların üzerinde gezinirken, Mithat Hoca, her defasında kendini görür o ellerde. Bir zamanlar aynı sandalyede Cemal Reşit Rey’in öğrencisi olarak oturduğu yıllar gelir aklına.
Cumhuriyet’in onuncu yıl kutlamaları için, 1933 yılında, bir marş yarışması düzenlenir. Nitekim meclis kararıyla üç gün üç gece kutlanması öngörülen bu özel günün, bir marşla taçlandırılması istenmiştir. Bu hususta, çağdaş Türk müziğinin en önemli öncülerinden Cemal Reşit Rey’e, yarışmaya katılması için, dönemin Cumhuriyet Halk Fırkası (CHP) Genel Sekreteri Recep Peker tarafından bir talimat gönderilir. Bu talimata göre, Rey, sözleri Faruk Nafiz Çamlıbel ve Behçet Kemal Çağlar’a ait olan söz konusu şiiri besteleyecek ve bestesini Atatürk’ün huzurundaki jüri üyeleri karşısında piyanosu eşliğinde çalıp söyleyecektir. Bunun için büyük bir hevesle canını dişine takan Rey, tam dokuz kez yazıp yırttığı bestesinin son hâliyle, en nihayetinde, jürinin karşısına çıkar:
“Çıktık açık alınla, on yılda her savaştan!”
Cemal Reşit Rey, bestesini eşsiz bir heyecan ve titizlikle sunup bitirdiğinde derin bir “oh” çeker. Az şey midir, henüz 29 yaşında koskoca Cumhuriyet’in, bir yeniden doğuşun simgesi hâline gelecek olan bir marşı, üstelik aynı Cumhuriyet’in erleri karşında kusursuz çalabilmek? Ama o, bunun üstesinden kolaylıkla geliverir. Alkışlar eşliğinde yavaşça sandalyesinden kalkar ve jüridekileri saygıyla selamlayarak onları dinlemeye koyulur.
Bir ara, sözü, dönemin Maarif Nazırı (Milli Eğitim Bakanı) Saffet Arıkan alır. Arıkan, öküzün altında buzağı ararcasına, belki de Recep Peker’in bu işte bir parmağının oluşuna duyduğu öfkeyle, “Türk’üz: Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi” dizesi için Cemal Reşit Rey’e ağır bir ithamda bulunur:
“Cumhuriyet kelimesinde müzik majör tondan minöre geçiyor. Malum, minör ‘küçük’ demektir. Yoksa siz, bir Osmanlı ailesinin çocuğu olarak, Cumhuriyet’i hâlâ küçük mü görüyorsunuz?”
Cemal Reşit Rey’in babası son Osmanlı dahiliye nazırlarından Ahmet Reşit Bey, annesi ise Ressam Osman Hamdi Bey’in yeğeni Fethiye Hanım’dır. Dolayısıyla Kudüs doğumlu olan Cemal Reşit Rey’in “bir Osmanlı ailesinin çocuğu” olduğu elbette ki yadsınamaz. Ancak Saffet Arıkan’ın görmezden geldiği bir şey vardır ki o da Rey’in cumhuriyet aşığı büyük bir sanatçı olduğudur. Bu sözler karşısında bir an duralayan Cemal Reşit Rey, ardından kendini toparlar ve soğukkanlı bir biçimde şu sözlerle savunur:
“Efendim, minör küçük demektir, haklısınız; ama müzikte o manâda kullanılmaz. Beethoven Napolyon’un kahramanlıklarına hayrandı. Ona adadığı Eroica senfonisinin ikinci bölümü de do minör tonundadır. Sanıyor musunuz ki Beethoven, Napolyon’u küçük görüyordu?”
Savunması gayet tabii haklı görülen Cemal Reşit Rey, sonucuna hiçbir maddî ödülün koyulmadığı bu yarışmadan alnının akıyla birinci çıkar. Tesadüf bu ya, hocasının hocasının kendini Beethoven’la savunduğu o küçük çocuk ise, büyüdüğünde, Almanya Beethoven Akademisi tarafından verilen 2016 Uluslararası Beethoven Ödülü’nü alır. Ruşen amcasının ödül almak için geldiği Ankara’da ona doğaçlama bir eser sunan Ahmet Bey’in piyanist oğlu, böylelikle karşımıza yıllar yıllar sonra yine bir ödülle çıkar.
Bu üçüncü kuşak piyanistimizi, 2010 yılı Mart ayında, yine Almanya’da görürüz. Piyanistimiz bu kez turne kapsamında gittiği Dortmund’ta, Konzertahus Dortmund’un bin yedi yüz kişilik salonunda akıllardan silinmeyecek bir konser verir. Üstelik kendisinin “İstanbul Senfonisi” adlı eseri ilk kez burada, bu devasa salonda o gece icra edilir. Salon tıklım tıklım doludur. Her eseriyle olduğu gibi bu eseriyle de dinleyenleri kendine hayran bırakan piyanistimiz için alkışların, tebriklerin sonu gelmek bilmez.
Konserle aynı güne denk gelen Bochum-Dortmund maçı 1-4’lük skorla, Dortmund’un galibiyetiyle sonuçlanınca piyanistimize performansı sonrasında 10 numaralı, sarı-siyah Dortmund forması ve bir de “BVB” futbol topu hediye edilir. Sanki biraz önce bin yedi yüz kişiyi kendine hayran bırakan, dakikalarca alkış alan dünyaca ünlü piyanist o değilmiş gibi, herkes dağılınca başlar Dortmund sokaklarında top oynamaya. Abanarak rastgele, oraya buraya şutlar çeker. Çünkü o hiç büyümemiştir. Daima on yaşında ve daima babasının haylaz oğlu olarak kalan ve devliğini, hiç şüphesiz, içindeki bu çocuğa borçlu olan o 10 numaralı piyanistimizin adını, gelin hep birlikte bir tezahüratla haykıralım:
“Vurduğun gol olsun Fazıl Say! Çaldığın gol olsun…”