Özellikle Osmanlı’nın son yıllarında, hayatlarını tiyatro sanatına adamış, tiyatromuzun gelişmesinde “büyük roller” oynamış ve bunların yanı sıra soyadlarında taşıdıkları ata mesleklerinin adlarıyla hafızalara kazınmış olan, Ermeni asıllı bazı sanatçılarımız vardır. Zaruhi Değirmenciyan, Kınar Sıvacıyan, Tomas Fasülyeciyan, aklıma ilk anda gelenler. Ermeni olmadığı ve onlardan yaklaşık yüz yıl sonra doğduğu hâlde Cansu Fırıncı, gerek soyadından gerek hayatını tiyatroya adamışlığından gerekse tiyatromuzun gelişmesinde oynadığı “büyük roller”den ötürü, bana hep onları hatırlatır. Sahneye ilk defa ilkokul çağında, Üvey Evlat adlı müsamere ile çıkmış olduğunu bilmemin bundaki payı büyük elbette! O Ermeniler ki, başrollerini ırkçıların paylaştığı günümüz Türkiye’sinde, birer “üvey evlat”tırlar sonuçta.
Ama, niçin saklayayım, yakışıyor ona “üveylik”. Örtülü ödenek tiyatrocusu olabilmek, belediye salonlarından binleri götürebilmek, götürdüğü binlerle deniz gören evlerde oturabilmek uğruna “öz evlat” taklidi yapanlardan olmaktansa, “üvey evlat” kalmak pahasına her daim doğruları haykıran, belediyelerden binler yerine avuçlardan alkışlar götürmeye çabalayan, deniz gören evlerin değil Denizlerin peşinden giden olmak çok daha yakışıyor ona. Rol gereği büründüğü imajları ayrı tutup sokaktaki imajı üstünden söyleyecek olursam, dağınık saçlarını tamamlayan ipli gözlüğü, yüzünü tamamlayan enli bıyığı, şalvarını tamamlayan oduncu hırkası gibi, ve yine en az onlar kadar, ruhunu da “üveyliği” tamamlıyor onun. Hâliyle bir jön olarak değilse bile gerçek bir Jön Türk olarak anılacağı günler daha şimdiden yakın görünüyor.
Gerçek bir Jön Türk olarak, evet; ama eskinin Jön Türkler’iyle bir tutmamalı onu, çağının Jön Türk’ü o, yeni nesil Jön Türkler’den. “Güçlülerin yanında güçsüzler de var olsun” fikrinin değil, “güçlüler hiç olmasın” davasının derdinde. Yani “ya herkes öz ya da herkes üvey olsun” davasının… Sahnede âdeta devleşerek oynadığı tek kişilik oyunlarının, sırasıyla Nâzım Hikmet’e ve Marx ile Engels’e ait metinler oluşu, bunun en büyük göstergelerinden bir tanesi. En büyük göstergelerinden, diyorum, çünkü dahası var. Söz gelimi, kurucularından biri olduğu ve “Oyun Sandalı” adını verdikleri özel tiyatro toplulukları hakkında kendisine yöneltilen bir röportaj sorusuna “Zaten biz mevcut zihniyetle aynı gemide değil, dostlarımızla aynı sahnedeyiz.” yanıtını verişi, yine aynı gerçeği vurgular nitelikte. Biraz da bu cümle gibi geliyor bana Fırıncı. Hatta bizzat bu cümle…
Ermeni asıllı tiyatrocularımızdan Ferhan Şensoy’a, Müjdat Gezen’den Genco Erkal’a, Jön Türkler’e kadar geniş bir yelpazeden geçtik ama, tarihte tam bir karşılığı var mı diye bakıyorum, Alman tiyatro oyuncusu Karl Valentin’de alıyorum her defasında soluğu. İkisinin de mizahında, mizacında da hatta, hüzün buluyorum çünkü. İkisi de politik hem, ikisi de çok seviyor politik sözcük oyunlarını. Valentin’de Hitler’e karşı gelişen boyun eğmeme inadı, Fırıncı’da da yine aynı şekilde ve fakat bu defa yerli ve millî faşistlere karşı sürdürüyor gelişimini. İkisi de Şarlo biraz, ikisi de palyaço. Anlatmak istediklerini ikisi de düdük içinden yani cinaslı, örtülü bir şekilde anlatıyor. Zekâları en büyük sermayeleri. Alkışları en büyük kazançları. Valentin’in “Gelecek bir zamanlar daha güzeldi.” dediği yerde Fırıncı da seçiliyor uzaktan. Evet, Karl Valentin’e, en çok ona denk düşüyor!
İnsan insana denk düşer de, denk düşmez mi hiç şiire? Ya da şöyle sormalı: En azından bir şiire karşılık gelmez mi her insan? Gelir, hem öyle bir gelir ki, bir zaman sonra ne o şiiri o insandan ne de o insanı o şiirden ayrı düşünmek mümkün olur. Bu bakımdan, ben, Özdemir Asaf’ta buluyorum Fırıncı’nın karşılığını. Asaf’ın o güzelim “Jüri” adlı şiirinde… Ne diyordu bu iki dizelik şiirinde büyük usta: “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, / Birinciliği beyaza verdiler.”
Bir şiir olsaydı kesinlikle bu olurdu Fırıncı, beyazın yani saf olanın, temiz olanın, aydın olanın “üveyliği”ni anlatırdı yine, yine buna çabalardı. O beyaz ki, bir sürü rengin karışımıdır ya hem; Fırıncı da, tıpkı onun gibi, bir sürü Cansu taşır içinde: şair Cansu’yu, yazar Cansu’yu, tiyatro oyuncusu, sinema oyuncusu Cansu’yu, dava insanı, eylem insanı Cansu’yu ama en önemlisi de insan Cansu’yu…
Ne mutlu bana ki, ben bu renklerin her birini, üstelik çok yakından, çok çok yakından tanıyabildim. Dergi ve gazetelerden şair ile yazar Cansu’yu, sahne ve ekranlardan tiyatro oyuncusu ile sinema oyuncusu Cansu’yu, haber küpürlerinden ve röportaj kanallarından dava insanı ile eylem insanı Cansu’yu ve bizzat yüz yüze insan Cansu’yu… Evet, insan Cansu’yu da… 2017 yılının 22 Nisan günüydü hatta, hiç unutmuyorum, Kadıköy Tellalzade Sokak’ta oturmuştuk ilk defa. Sokağın hemen alt girişindeki, salaş görünümlü, masaları diz boyundan hâllice olan bir çaycıda… Henüz yirmisinde, yeni yetme bir şair olarak, Özdemir Asaf’ın “Jüri” adlı şiiriyle karşılıklı çay içmek kaç kişiye kısmet olurdu ki?
Bana olmuştu işte! İçtiğimiz ikişer bardak çayın yanında birer de simit yemiştik üstelik. Simit, çay ve şiir… Ne şans! Ama, yine hiç unutmuyorum, Asaf’ın bendeki yeri bir anda Arif Dino’yla dolmuştu o gün. Daha doğrusu, tıpkı “Jüri” gibi iki dizeden oluşan, Dino’nun şu şiiriyle: “Döner kebap dönmez olsun / Yaşasın beşlik simit” Ve ustaya içten içe verdiğim şu yanıtla: “Dönekler de dönmez olsun, çok yaşasın üveylik!”
Ne yalan söyleyeyim Cansu Fırıncı ismini hiç duymadım. İtiraf etmeliyim. Mertcan ın yazısını okuyunca kendimde büyük bir eksiklik hissettim. Hemen google amcaya sordum, kim ve özellikle yaşıyor mu diye. Sevindim tabi genç kuşak edebiyatçı ve oyunculardan olduğunu ve sağ olduğunu öğrenince. Mertcana teşekkür ederim tanıştırdığı için. Hemen takipçisi olacağım.