Henüz onlu yaşlarımın ortalarında yazdığım “Trenleri taşlayıp kaçışır çocukluğum/ Akşama gazete satar garlarda/ Parası doldurmaz cebini yokluğun/ Parmak izim kalır oyuncaklı camlarda” dizeleri, ilk kitabıma “Anadolu Çocukları” adlı şiirimin ilk bölümü olarak girmişti. Zamandizinsel olarak bunu, bu trenli dizeleri, ikinci kitabıma aldığım “Dem” adlı şiirimden şu dizeler izler: “bıraktım dudak payını gönlümde/ yıllardır demlendiğim yetmez mi/ soğutma sevdamı iç kana kana/ bu tren ikimizi/ alır götürür belki”…
Yalnızca ikisi mi? İki şiircik mi? Elbette değil. Geriye dönüp baktığımda şu kısacık yazın yaşamıma sığmış onlarca “tren”, bir o kadar “istasyon” görüyorum. Sanıyorum, görmeye devam da edeceğim. Çünkü onları çok seviyorum. Öyle ki “Yara” adlı bir başka şiirimde vapuru dahi iskelede değil, istasyonda beklemişim: “bağışla geciktim/ hep vapur bekledim tren istasyonunda”…
Trenleri bunca yazmışken, onlarla bu denli ilgiliyken Türk yazınındaki yerlerini merak etmemiş olabilir miydim? Bu mümkün müydü? Ettim. En sonunda merakıma yenik düştüm ve kütüphaneme daldığım gibi şiirlerin, öykülerin arasında kayboldum. Yeniden gün yüzüne çıktığımda heybemde artık bir dolu vagon, bir dolu tren vardı; istasyonlar, uzun yollar, kavuşmalar, ayrılıklar… Ben de onlardan yepyeni bir tren inşa etmeye ve bu düşten trenimle raylara düşmeye karar verdim.
İlk anda gözüme Gülten Akın’ın “Siyah-Beyaz” adlı şiiri ilişti. Bu demekti ki lokomotifim Gülten Akın olacak, bütün yükü o çekecekti. Şair, “Durdum bekliyorum, gelme” dizesinin dört kez tekrarlandığı bu şiirinde “Bozkırdan günün son treni geçecek/ Ben her şeye ardından bakacağım” diyordu, buruk bir kabullenişle.
Ardından Orhan Veli… İtiraf edeyim, ondaki treni bulmam zor olmadı. Çünkü şairin “Tren Sesi” adlı şiiri meğer ezberimdeymiş, aklıma bir anda düşüverdi: “Garîbim/ Ne bir güzel var avutacak gönlümü/ Bu şehirde/ Ne de bir tanıdık çehre/ Bir tren sesi duymaya göreyim/ İki gözüm/ İki çeşme”.
Sonra Ece Ayhan çıktı geldi. Türk şiirinin belki de en aykırı rengi Ayhan, beş bölümlük “Vedha’lardan Birinde” adlı şiirinin beşinci bölümünde “Aradığın şehirleri taşıdı trenler” diyordu. Ne de güzel diyordu.
Lokomotifim Gülten Akın’ın çekeceği üçüncü vagonum ise Didem Madak oldu. Şiirimizin zarif ve bir o kadar hüzünlü kraliçesi Madak’la, kendisinin “Pulbiber Mahallesi Tarihi” adlı şiirinde buluştuk. Şair, Orhan Veli gibi, tren seslerinden yakınıyordu: “İçimi ezmesin isterim tren sesleri”.
Cemal Süreya vagonuna en sıkı kim bağlanır, kim tutunur, diye düşündüm; gittim, Turgut Uyar’ın kapısını çaldım. Ustanın bütün şiirlerinin yer aldığı “Büyük Saat”inden içeri girdiğimde çok sayıda trenle karşılaştım. İşte onlardan bir tanesi, “Yeşile Geçit” adlı şiirden: “Bir gün bir otun gölgesinde/ Tren gibi bir şeylerde/ Kaçtığımı sandım”.
Derken, büyük şair Nâzım Hikmet… Eminim ki o, isteseydi trenlerin destanını yazardı; ama belli ki istememiş, onları şiirlerinin içine serpmekle yetinmiş. İçlerinde dikkatimi en çok çeken, “Ceviz Ağacı ile Topal Yunus’un Hikâyesi” adlı şiirden şu dizeler oldu: “Dünya trene bindi/ Gayrı dünya öküzün boynuzunda durmuyor”. Ne var, dünya trenden bile inmiş, mekiklere binip uzayı arşınlamışken; bizdeki sanat ve aydınlık düşmanları, Nâzım Hikmet’e ve daha birçok şairimize öküzün trene baktığı gibi bakmayı halen daha sürdürüyor.
Onlar bön bön bakmaya ve dolayısıyla akıllarından türlü tezgâhlar geçirmeye devam ededursunlar; ben de şiirden vagonlarıma bir de deyim eklemenin mutluluğuyla inşama öykülerle devam edeyim.
Trenime katılan ilk öyküden vagon, Sait Faik oldu. Türk öykücülüğünün en büyük isimlerinden biri olan Sait Faik’te, “Müthiş Bir Tren”le karşılaştım. Öykünün başkahramanı, istasyonda beklemekteyken gelen bu müthiş ama hayal mi gerçek mi olduğunu bir türlü kestiremediği trende, tanıdığı ölüleri görüyor. Kızıldan ölen oğlu Hasan, Çanakkale’de gözünün önünde vurulan arkadaşı Hüsnü onlardan bazıları.
Henüz Toptaş’ın öyküsünün etkisinden çıkamamıştım ki karşımda bütün heybetiyle “Tomris Uyar-Bütün Öyküleri” adlı eseri gördüm. Bin sayfaya yakın bu eserle karşılaşır karşılaşmaz “Şiirin kraliçesi Didem Madak trenleri yazar da, öykünün kraliçesi Tomris Uyar yazmaz mı” diye düşündüm. Çünkü daha önceki okumalarımdan anımsıyordum, trenlere Uyar’da da rastlamıştım. Öyle ya, yanılmamışım. Sayfalar arasında dolaşırken her bir öyküyü yeniden yaşadım. Bandırma ekspresinde tanıştığı topal bir kızla önce mektuplaşmaya başlayan ve fakat daha sonra onunla evlenmek zorunda kalan Aydın’ın anlatıldığı “Yaz Suyu” adlı öykü, beni bir kez daha derinden etkiledi. Ne olsa Tomris Uyar yazmıştı. Etkilenilmez miydi?
Lokomotif dahil on bir vagonu bulan bu düşten trenimi daha da uzatabilmem mümkün; ama şimdilik bir son verip altısı şiirden, biri deyimden ve üçü öyküden bu el emeği göz nurumla evimin kitap yüklü istasyonundan yola çıkmak ve yolculuğumun tadını çıkarmak istiyorum. Kaçıp birazcık nefes almak…
Ben yerimi aldım. Hazırsanız gidelim. Çaylar ve düşler müessesemizden.
Melih Yıldız’ın, yaşayan farklı yazarlara ait yirmi altı öyküyü bir araya getirdiği bu kitap, “08.10 treni ile yolculuk yapmış, elleri çamaşır suyu kokan temizlik işçisi kadınlara” ithaf edilmiş. Öykülerle dolu bu kitabın, Sunay Akın’ın bir şiiriyle başlayıp Kadir Aydemir’in bir şiiriyle sonlanması ise ona apayrı bir kimlik katmış. Nasıl bir kimlik? Bir ucundan ölümün, öbür ucundan dünyanın çekiştirip durduğu yaşam denilen şu halat oyununun sanki kitaplaşmış hâli. Böyle bir kimlik. Ne var, “Tren Öyküleri” bu benzetmeden bir yönüyle ayrılıyor: O hiçbir zaman ölmeyecek, daima dünyada ve aramızda kalacak. Akıllarda…
Ne yalan söyleyeyim, kitabı elime aldığımda böyle bir fikri vücuda getiren Yıldız’a imrendim. Demir ağlarla örmekle övündüğümüz bu toprakların yazınına verilebilecek en değerli hediyelerden birini vermiş. Üstelik üzerinde bir hayli düşünüldüğü ve yoğun mesai harcandığı belli. Nitekim bu bir ilk kitap ve övünülecek bir ilk kitap. Bu övünç ki her kaleme kısmet olmaz.
Ne diyordum? İstasyon, evet! İstasyon…
Bir yerde en az iki istasyon olacak ki trenler hem hareket edeceği hem varacağı yeri bilsinler, öyle değil mi? “Evimin kitap yüklü istasyonundan” yola çıkıp Melih Yıldız’ın “Tren Öyküleri”ne vardık ama benimki dokuz metrekare küçücük bir çilehane, o sayılmaz. Makasımızı yazınımızın diğer büyük istasyonuna, Murathan Mungan’ın hazırladığı “Tren Geçti” adlı bir başka ortaklaşa kitaba kıralım ki hem sonraki trenlere rehber olalım hem de raylara düştüğümüze değsin.
Metis Yayınları etiketiyle raflardaki yerini alan “Tren Geçti”, bir öykü kitabı olmasının yanı sıra yazınımızda tutulmuş en önemli tutanaklardan bir tanesi. Besbelli nitelikli bir incelemenin sonucunda, Mungan, kitapta Cumhuriyet dönemi yazarlarımızın trenli öykülerini bir araya getirmiş. İçinde kimler kimler yok ki? Vüs’at O. Bener’den Oktay Akbal’a, Erdal Öz’den Sabahattin Kudret Aksal’a, Naim Tirali’den Mehmet Zaman Saçlıoğlu’na bir yıldızlar karması… Ben ona “istasyon” dedim ama yaşamımdan böyle bir “tren” iyi ki “geçti”…
Şunu da eklemeden geçemeyeceğim. Fikrini alacağım ya hani, bir üst paragrafta yazımı bitirir bitirmez okuttuğum arkadaşıma “Nasıl olmuş?” dedim; “Her şey iyi, güzel de” dedi, “Nâzım Hikmet bölümü biraz ağır olmuş.” Karacan durur mu? Yapıştırdım cevabı: “Eee, canım kardeşim, demirden korksaydık trene binmezdik!”