Fakülteden mezun olup elime diplomamı aldığımda stajımı Kastamonu’da yapacağımı, burada bir avukatlık ofisi aradığımı duyan istisnasız bütün yakınlarım neredeyse birebir aynı cümleyi kurmuştu bana: “Evren Bey var, Ilgaz Hukuk Bürosu ortaklarından… Kesinlikle onun yanına gitmelisin.”
Böylesi önerilere gerçekten çok ihtiyacım vardı o zamanlar çünkü Kastamonu’ya, il merkezine hiç hâkim değildim. Evet, ilçesinde, Çatalzeytin’de doğup büyümüştüm ama il merkezini hiç bilmiyordum. Bu yüzden, söylenenleri en başından beri astığım iki kulağımın ikisini birden bir gün yanıma katıp Ilgaz Hukuk Bürosu’nun kapısını çaldım. Evren Bey’i, Evren Karaahmet’i de işte tam da o gün, 2021 yılının bir bahar öğlesinde tanıdım.
Aslında bürosunun kapısını çalmadan önce kendisi hakkında çok fazla bilgi edinmiştim. Yani hiç değilse bana adını öneren herkesten fazlaca entelektüel ve sanatsever biri olduğunu duymuş, bu duyumlarım karşısında çok mutlu olmuştum. Sanki tam da bu hislerimi sezmişçesine, beni ilk defa içerideki odalardan birinde ofisin diğer avukatlarıyla (çok değerli Alptuğ Bey ve Feray Hanım’la) görüşürken gören Evren Bey, daha kapıdan içeri girer girmez stajyer adayı olduğumu anlamış ve şakayla karışık şunları söylemişti: “Biz en az iki makale yazma, iki de kitap okuma sözü vermeyen kimseyi stajyer olarak almıyoruz, ha! Bilesin!”
Avukatlık ruhsatımı alabilmem için önüme koşulan ve belki de pek çokları için yük olan bu şartlar, niçin saklayayım, beni âdeta havalara uçurmuştu. Öyle ya, tıpkı bugün olduğu gibi o günlerde de edebiyata âşık ama avukatlık mesleğine güç bela ısınmaya çalışan biriydim ve bu mesleğe “okuyup yazarak başlamak zorunda bırakılmam” beni bir bakıma mest etmişti. Bu sevinç ve heyecanla, kendisine doğru elimi ilk defa uzatırken “Seve seve,” demiştim, “seve seve yazar, okurum. Ben aslında şairim zaten.”
Oradaki o “aslında” sözcüğünün aslımla hiçbir ilgisi yoktu aslında. Oradaki o “aslında” sözcüğü, kocaman bir teşekkürün izdüşümünden ibaretti. Çünkü o dönemdeki en büyük korkum, avukatlığımın tüm hayatımı saracağı ve edebiyata olan ilgimin altını tıpkı ocak söndüren bir el gibi kısım kısım kısacağıydı ki Evren Bey’in önüme koştuğu o iki şart bu korkumu biraz olsun dindirmeye yetmişti. Evet, avukat olacaktım, ama onu edebi yanımla bu sayede en güzel şekilde barıştırarak…
Buna vesile olması sebebiyle kendisine kalben ve daha ilk andan ısındığım Evren Bey’in, şartlarına karşılık olarak duyduğu o ilk cümlelerim karşısında nasıl mutlu olduğunu bugün bile iyi hatırlarım. Zaten o andan sonra karşılıklı ne kadar oturup konuştuysak muhabbetimizin hatırı sayılır bir yanını edebiyata, sanata, sinemaya ve daha pek çok inceliğe değdirmeden geçemedik. Altı yıllık İstanbul maceramdan sonra sanat anlamında bana âdeta bir çöl gibi gelen Kastamonu’daki ilk vahamla da, ne güzel ki, böylece hemhâl olmuş, cephede hemşehrisine rastlayan birer asker gibi birbirimize hep sıladan yani sanattan dem vurmuştuk.
Tabii bu süreç, ki bunu sonradan fark edecektim, benim için bir hayli önem taşıyan bir ayrıntıyı da beraberinde getirmeye yetmiş, beni avukatlığa kaşla göz arasında ısındırıvermişti. O günlere göre daha dün denilebilecek bir vakitte fakültedeki derslerine bile girmeye erindiğim bu meslek için artık her sabah özenle giyinmeye ve stajyeri olduğum ofise evime döner gibi gitmeye başlamıştım. Bunda, hiç şüphe yok ki, Evren Bey’in payı çok büyüktü; ama asıl büyük pay, kendisinin o zamana kadar ofisine çoktan kazandırmış olduğu insan sıcaklığına, evet, tam anlamıyla insan sıcaklığına aitti.
Bir defa, tüm emekçilerinin yalnızca bir dişli gibi makineyi sorunsuz çalıştırmaya çabaladığı bir yer değildi burası; her sabah günaydınların, her akşam iyi akşamlar dileklerinin havada uçuştuğu bir yerdi. Sonra, patronlarından başka hiç kimsenin konuşamadığı bir beyaz yakalı tapınağı filan değil; her ay en kıdemli avukatından en kıdemsiz stajyerine kadar herkesin diledikleri bir konuda sunum yaptıkları ve böylece pek çok yönden cesaret kazandıkları bir yerdi ve belki de en önemlisi, hayatta paradan çok daha değerli şeylerin de olduğunu hissettiren, gerçek anlamda hayat gibi bir yer…
Niçin saklayayım, Evren Bey’in bunu nasıl başardığını o zamandan bu zamana az düşünmemiştim. Sonuçta bir avukatlık ofisiydi burası, doğası gereği zaten puslu bir yerdi ama Evren Bey’in sihriyle tam olarak bir aile ortamına evrilmişti. Pekâlâ, nasıl olmuştu bu, nasıl başarılmıştı? Üzerlerinde pek çok kez beyin teri döktüğüm ama dillendirmesi aklıma hiç gelmeyen bu bir çift soruya yanıtlar bulabilmem için geçtiğimiz Eylül ayını, 2024’ün Eylül’ünü beklemem gerekiyormuş meğer. Kapağında Evren Karaahmet isminin okunduğu ve yazarının basılı ilk eseri olma özelliğini taşıyan Biri Bizi Yönetiyor adlı kitabın raflardaki yerini almasını…
Kitabı elime alır almaz duyduğum sevinç şöyle dursun, okudukça havsalama kattığı bilgi, deneyim ve incelikler ömrüm boyunca daha şimdiden tazeliğini koruyacağa benziyor. Dünyaca ünlü felsefe kitabı (ben onu bu şekilde nitelendiriyorum) Küçük Prens’in yaratıcısı Saint-Exupery’nin “Mükemmellik, eklenecek bir şey kalmadığında değil, eksiltecek bir şey kalmadığında ortaya çıkar.” cümlesiyle başlayan kitap, yönetilen bağlam her nere olursa olsun “Kötü yönetici kimdir?” ve “Nasıl iyi bir yönetici olunur?” sorularına birtakım yanıtlar getiriyor. Bu yanıtların yer yer en küçük ortaklıklar, yer yer ise ilçeler, iller, ülkeler için ortaya konulduğu kitap boyunca kullanılan dil ise, okurunda âdeta yazarıyla muhabbet ediyormuş hissini uyandırıyor.
Tabii bunda, yani sözünü ettiğim o son “muhabbet” ayrıntısında, yazarının her şeyden önce kendi deneyimlerinden yola çıkmasının ve Cemal Süreya’dan ilhamla söyleyecek olursam ortaya tam anlamıyla bir “Yazarın hayatı yazıya dahil” şiarını kendine yol haritası bellemesinin payı çok büyük. Bunu hiç çekinmeden ve üstelik büyük bir iddiayla söyleyebiliyorum çünkü kitap boyunca önerilen her bir şeyin Ilgaz Hukuk Bürosu’nda zaten uygulanageldiğini bizzat gözlerimle gördüm. Hâliyle kitabın son sayfasına geldiğimde hayattaki hiçbir başarının tesadüf eseri olmadığına ve olamayacağına bir kez daha inanmaktan ve kitabı kapatırken de içimden “Evren Bey’in sihri diye nitelendirdiğim, bu kitaptaki birikim ve deneyimlermiş meğer!” demekten kendimi alıkoyamadım. Doğası gereği pusunu üzerinden atabilmesi zor olan bir yerde nasıl çiçekler açtırılabileceğini hatta açtırıldığını da böylece anlamış oldum.
İşinin ehlini yine o ehil kaleminden çıkıp günün birinde hikâyesinin tam ortasına “Ben aslında şairim zaten.” diye düşen o genci kendine hayran bırakan Biri Bizi Yönetiyor, uzun soluklu olacağına inandığım yolculuğunun daha ilk metrelerinde dahi binlerce kravatı asılı olduğu yakalarda hizaya getirmeye devam ediyor. Merkezin yetmiş seksen katlı rezidanslarındansa taşranın dokuz katlı bir iş merkezinden seslenmesi ise ona apayrı bir değer katıyor.