Canınız bir hayli sıkkın. Düşünceleriniz sizi yollara düşürmüş. Cadde cadde, sokak sokak, aklınızda türlü sorularla dolanıp duruyorsunuz. Çağınızın dertleri dertlerinize karışmış. Aynı anda hem birey hem toplum hâlinde başınızı önünüze eğmiş, bir bedende birçok kişi olarak yürüyor, yürüyor, yürüyorsunuz. Kendiniz soruyor, yine kendiniz yanıtlıyorsunuz. Kendiniz soruyor, yine kendiniz yanıtlıyorsunuz. Öyle dalmışsınız ki görüyor olduklarınızı daha önce gördüklerinizin birer yansıması sanıyorsunuz. Kaldırımlar, dükkanlar, dilenciler, çocuklar, parklar, bahçeler sanki onları salt daha önce gördüğünüz ve ezberinize aldığınız için oradalar. Tam bu anda biri gelip size çarpıyor. Çarpışıyorsunuz. Pardon, deyip geçip gitmek, yolunuza devam etmek istiyorsunuz; ama o, o mağrur yabancı, sizi bir türlü bırakmıyor. Antik Roma dönemini yansıtan bir garip kostüm içinde size ısrarla “Burası neresi?” diye sorup duruyor: “Burası neresi? Neredeyim ben?” Ne yapardınız?
Sanıyorum, sizle dalga geçtiğini düşündüğünüz bu insandan uzaklaşmak üzere oradan geçip giderdiniz. Şahsen ben böyle yapardım. Derdim zaten başımı aşmış, bir de onunla mı uğraşacağım? Belli ki oyuncu. Kostümünü giymiş, şakalar peşinde. Bunları düşünür, yeniden yoluma bakardım. Ne var, Dilek Karagöz böyle yapmamış. Çarpıştığı yabancıyı başta satıcı, ardından şakacının biri sanmışsa da en sonunda ona kulak vermeyi, gücü yettiğince yardımcı olmayı tercih etmiş. Bunu nereden mi öğreniyoruz? Vagon Yayınları’nca hem yayınevinin hem de “Zamansız Söyleşiler” serisinin ilk kitabı olarak yayınlanan “Epiktetos ile Söyleşi” adlı bir felsefî kitaptan. Yazarın bizzat kendisinden: Dilek Karagöz’den.
“Zamanı Aşmak” başlıklı derin mi derin bir giriş yazısıyla okurunu daha ilk sayfalarda içine çeken kitap, aslında tam olarak, aklının ve İstanbul’un bir türlü dinmek bilmeyen gürültüsü eşliğinde Kapalıçarşı dolaylarında dalgın dalgın yürüyen Dilek Karagöz’ün bir yabancıyla çarpıştığı an ve yerde başlıyor. Ne var, Karagöz, çarpıştığı o garip kostümlü yabancının kendini Epiktetos olarak tanıtmasına başta inanmıyor, inanamıyor; hatta buna kayıtsız kalamayıp tepki bile gösteriyor. Nitekim ünlü filozof Epiktetos’un günümüzden yaklaşık iki bin yıl önce (milattan sonra 55 ila 135 yılları arasında) yaşadığını daha önceki okumalarından çok iyi bilen Karagöz, bunun olsa olsa bir oyun olabileceğini düşünüyor. Olayın daha ilgi çekici yanı ise, karşısındaki kişi bunu hiç mi hiç inkar etmiyor: “Hayat zaten bir oyundur,” diyor, “bizler de oyuncularız. Zaten ben de öğrencilerime bunu öğretmeye çalışıyorum.” Tam olarak böyle demese bile sözü kitap boyunca buraya getiriyor.
Adından anlaşılacağı üzere, kitap, her ne kadar başından ve sonundan yazarın monologlarıyla düğümlenmişse de bir söyleşi kitabı. Özünü diyaloglar oluşturuyor. İskelet sistemini diyaloglar kuruyor. Kitap boyunca Dilek Karagöz soruyor, Epiktetos yanıtlıyor, Dilek Karagöz soruyor, Epiktetos yanıtlıyor. Nadiren karşımıza çıkan Epiktetos’un soruları ise ya bir gerçeği pekiştirmek ya da yabancısı olduğu 21. yüzyılı tanıyabilmek amaçlı oluyor. Zaten kitabın girişi ya da arka kapak yazısı okunduğunda, yazılış amacının 21. yüzyılın yaşam pratiklerine oldukça uzak olan büyük bir filozofun gözünden günümüze ve günümüz insanının hayatına bakmak olduğu kolayca anlaşılabiliyor. Bu amaçla zaman tünelinde kaybolmak yerine zaman tünelinde kaybetmeyi yeğleyen yazar, iliklerine dek hayal gücüyle donanıp ünlü filozof Epiktetos’u 2019 yılının İstanbuluna, “taşı toprağı tarih” İstanbul’un Kapalıçarşısına getiriyor.
Aslında Epiktetos’un bu topraklara yabancı olduğu söylenemez. Nedir, kitapta vücut bulduğu üzere o, çağımıza yabancı. Yoksa kendileri Anadolu’da, bugünkü Pamukkale sınırları içinde yer alan Hierapolis’te dünyaya geliyor. O ki yaşamı tiyatro sahnesine benzeterek ve insanların kendilerine verilen rolleri en iyi şekilde oynaması lazım geldiğini savunarak bir yanıyla kabullenmeci bir tavır sergileyen Epiktetos’tan bahsediyoruz, öyleyse kendinden yüzlerce yıl sonra yaşamış olan İbnî Haldun’un bu tavra oldukça yakın “Coğrafya kaderdir” sözüne yaslanıp Epiktetos için coğrafyası kaderi olmuştur diyebiliriz. Nitekim doğduğunda köle, efendisi Epaphroditus ölünceye dek köle statüsünde. Bu sırada entelektüelliğiyle dikkat çekiyor ve efendisi sayesinde gittiği Roma’da Stoacı öğretmen Musonius Rufus’un öğrencisi oluyor. Özgürlüğüne kavuştuktan ve gereken yetkinliğe ulaştıktan sonra aynı yerde öğretmenlik yapmaya başlayan Epiktetos, yazık ki bu defa İmparator Domitianus’un gazabına uğruyor. Niyesi mi var? Düşünen insana bugün nasıl bakılıyorsa iki bin yıl önce de aynı şekilde bakılıyor da ondan. Düşünür kişilerin ülkesindeki etkisinin büyümesini istemeyen İmparator, çareyi(!), pek çoklarıyla birlikte Epiktetos’u Roma dışına sürmekte buluyor. Böylece soluğu Nikopolis’te alan Epiktetos, burada kendi felsefe okulunu açarak sayısız öğrenci yetiştiriyor.
Tüm bunlar ve Epiktetos’un yaşamına ait diğer bütün ayrıntılar göz önünde bulundurulduğunda Dilek Karagöz’ün başarısı daha bir su üstüne çıkıyor, daha bir belirginleşiyor, diyebilirim. Nitekim bir başka büyük filozof Konfüçyus’un penceresinden bakıldığında Karagöz, önce bilgi sahibi olup sonra fikir sahibi olanlardan. Yalnızca filozofu mu? Bütünüyle o dönemi, filozofun yaşadığı yılları hatmetmiş. Zaten “Epiktetos ile Söyleşi”nin kaynakçasında okunan on dört ayrı yayın adı bu savımı doğrular nitelikte. Tabiri caizse Karagöz, ateş böcekçiliği (yıldız böceği, ışık böceği diyen de var) oynamış. Önce yemiş, yemiş, yemiş, yani okumuş; ardından yediklerini, yani okuduklarını, özümleyerek çevresine ışık olmuş. Işık ama ne ışık! Sayesinde hem zevk hem ilham aldım. Kitabı bitirdim bitireli Epiktetos üzerine okumalar, araştırmalar yapıyorum; bu büyük filozofla çok geç tanıştığıma yanıyorum. Daha ne olsun?
Dilek Karagöz’ü başarılı bulduğum diğer bir nokta ise, “bana edebiyat yapma”, “bana felsefe yapma” ve sair deyimlerin oldukça rağbet görmeye başladığı böylesi çiğ bir dönemde her ikisini birden yaparak dönemine adeta başkaldırıyor olması. Edebiyat ve felsefe birbirinden ayrı elbette ki tutulamaz; ama Karagöz, onları birbirine öyle güzel nakışlıyor ki okurlarına kiraz ağacından vişne, vişne ağacından kiraz yediriyor ama onları buna şaşırtmıyor gibi. Bunda, yarattığı kurgunun payı hiç şüphesiz çok büyük. Yazarın cümle aralarına yerleştirdiği detaylarla, evet, diyorsunuz, Epiktetos gerçekten de çıkıp bugüne gelmiş. Örneğin kronolojik sıra gereği Epiktetos’un bildikleri ve bilmedikleri, tanıdıkları ve tanımadıkları; bilinçaltımıza yerleştirilen bu ayrıntılar hikâyeyi daha bir inandırıcı kılıyor. Nedir bunlar? Yine birer örnek verecek olursam Epiktetos’un Tanrı Zeus’u bilirken İslâm dinini bilmemesi; Platon’u ve Sokrates’i tanırken Sheakspeare’i ve Mevlânâ’yı tanımaması. Hatta filozof, Türk kahvesinin tadına bile ilk kez Dilek Karagöz ısmarlayınca bakıyor. Dilek Karagöz: Epiktetos’a Türk kahvesi ısmarlayan yazar. Akıllara bu cümleyle kazınmayı hangi yazar istemez ki?
Şu noktaya parmak basmakta ayrıca yarar görüyorum: Seminerlerinde karşısındaki kalabalığı ayağa kaldırıp onlara salt “Zıpla, daha yükseğe, zıpla; gülümse, hadi durma, gülümse” dediği için kendini kişisel gelişimci ve hatta yazar sanan müsveddelerin arasında Dilek Karagöz gibilerinin daima azınlık kalacağı ve değerlerinin çok sonra belki bilineceği su götürmez bir gerçek iken “Epiktetos ile Söyleşi” hem edebî hem felsefî bir eser olmasının yanı sıra karşımıza aynı zamanda nitelikli bir kişisel gelişim kitabı olarak çıkıyor. Üstelik o müsvedde yazarların kitaplarından daha değerli bir kişisel gelişim kitabı olarak. Tabi, bu ad altında ayrı bir tür gerçekten varsa. Nitekim okunduğunda her kitap kişisel geliştirir. Tartışmak istediğim mesele bu değil. Ya da amacımın Dilek Karagöz’ü kısa yoldan kişisel gelişimci olarak göstermek olduğu düşünülmemeli. İnsan sadece konduramıyor. Doğrusu ya, içimden, “Kişisel gelişmek için ıvır zıvır kitaplar okuyacağınıza gelin ‘Epiktetos ile Söyleşi’yi ya da buna benzer kitapları okuyun” diye bağırmak geliyor.
Nasıl bağırmayım? Şu cümleye bakar mısınız: “Bizi etkileyen ve sarsan şeyler, olayların kendileri değil, beklenti ve korkularımızdır.” Ya da şuna: “Kontrol edemeyeceğin ve değiştiremeyeceğin şeyleri kontrol etmeye ve değiştirmeye çalışman yalnızca şiddetli bir acı duymana neden olur.” Hâlâ mı kişisel gelişemediniz, öyleyse bir de şuna bakınız: “Sonucu sana bağlı olmayan bir savaşa girmezsen yenilmezsin.” Bütün bu cümleleri Epiktetos’a Dilek Karagöz kurduruyor. Kurduruyor, dedimse başıboş bir ilhamla değil, filozofun öğretilerine yaslanarak. Hele söz konusu kitapta geçen bir cümle var ki, niçin saklayım, onu okuduğum andan beri dilimde hep aynı türkü dolanıyor. Önce Epiktetos’a gidelim: “Yaşamın sınırlarını ve kaçınılmazlığını kabul ederek, onlarla savaşmak yerine onlarla birlikte çalışarak özgür oluruz.” Şimdi türküye: “Bir gömlek diktirdim, kolu düğmeli/ Herkes kaderine boyun eğmeli”. Ne demiştim? Kabullenmeci. Haksız mıyım, siz söyleyin?
Her şey çok güzel, güzel olmasına ama, kitapta yalnızca bir parça var ki oranın aktarımında kullanılan cümlelerin daha etkileyici olmalarını dilerdim. Bu parçada, Karagöz’ün kaleminden Epiktetos şöyle diyor: “Uğradığı felaketler yüzünden başkalarını suçlamak cahillere özgü bir tavırdır. Yalnız kendini mesul tutmak, işte bu gözü açılmak üzere olan bir kişinin tavrıdır. Kendini ve başkalarını itham etmemek ise uyanık kimselerin tavrıdır.” Çünkü baktım, Epiktetos’un bu bağlamdaki deyişi, dilimize daha önce şöyle çevrilmiş: “Kendi dertleri için başkalarını suçlamak, felsefi anlamda cahil olan kişinin davranışıdır. Öğrenmeye başlayan kimse, kendini suçlar. Eğitimli kimseler, ne başkalarını ne de kendini suçlar.” Ne yapayım, terazimde ikincisi daha ağır geldi.
Sözün özü, “Epiktetos ile Söyleşi”, her şeyin giderek değer kaybetmesinden, duyguların giderek plastikleşmesinden, ayak kaydıran cinslerden, adam kayırangillerden, kıskançlıklardan, hasetlerden, gösteriş ve ilgi düşkünlerinden dert yanan ve duyarlığı başına belâ, yüreğine ıstırap olmuş herkesin ama herkesin mutlaka okuması gereken bir kitap. Aynı zamanda kültürümüze yapılmış büyük bir iyilik, çağımıza tutulmuş estetik bir ayna, ince elenip sık dokunmuş harika bir eser. “21. yüzyılın yaşam pratiklerine oldukça uzak olan büyük bir filozofun gözünden günümüze ve günümüz insanının hayatına bakmak” isteyenleri bu kitaba gönülden davet ediyor, davetime icap edeceklere şimdiden iyi okumalar diliyorum. Ha okursunuz ya da okumazsınız, bu sizin bileceğiniz iş; ama kimle çarpıştığınıza bence bundan böyle dikkat edin. Hele ki Kapalıçarşı’da…