Doktorlar kalp rahatsızlığı çeken Fransız yazar Boris Vian’a kırk yaşına gelmeden öleceğini söyledikleri zaman Vian, düşünüp taşınır ve bir karar verir. Bu karara göre genç yazar, uykuya harcayacağı zamanı uyanık olarak geçirecek ve böylece, kalan ömrünü iki misline çıkarmakla, bir kat daha yaşamış olacaktır.
Açıkçası ben bu türden bir karar çevresinde düşünüp taşınmaya fırsat bulamadım; ama COVID-19’a yakalanmam sebebiyle karantinada geçirdiğim günler boyunca adeta Boris Vian gibi yaşadım. Uyumadım. Uyuyamadım. Nitekim yaşım (23) itibariyle risk grubunda yer almıyor olsam dahi vücudumda dolaşan virüs öyle ya da böyle ölümcül bir virüstü ve uykuda geçirdiğim her saniyeyi azıcık kalan ömrümden yiyor olabilirdim. Uyumamalıydım, evet! Birse iki, ikiyse dört, dörtse sekiz… Az daha, biraz daha, bir kat daha yaşamalıydım.
Sahi, bu kadar çok mu seviyordum hayatı? “Ölmeyip de ağaca, çiçeğe ya da Kafka’nın Samsa’sı gibi ansızın bir böceğe falan dönüşsem de yine burada kalsam” türünden bir düşünceye mi sahiptim? Doğrusunu söylemek gerekirse hayatımın hiçbir döneminde bu denli “hayatperest” biri olmamıştım ama bu defa başkaydı. Karanlığın içinde olmak, aydınlığı sevmeyi de beraberinde getiriyordu.
Öyle tuhaf bir karanlıktı ki bu, tarifi imkânsız bir sırt ağrısıyla çöktü önce. Doğal olarak, kendimi yatağa bıraktığım gibi kalakaldım. Ardından sırtımı başım, başımı eklem yerlerim ve eklem yerlerimi sırasıyla kol ve bacaklarım takip etti. Ama sanki ağrı değildi de çektiğim, delici bir aletle açılmış muntazam yaraların dayanılmaz acısıydı. Anlamıştım, koronavirüstü bu. Zira daha önce çektiğim hiçbir ağrıya ya da acıya benzemiyordu.
Yaklaşık yirmi dört saat boyunca bu ne idüğü belirsiz ağrılarla güreştikten sonra, 14 Aralık’ı 15 Aralık’a bağlayan gece, test yaptırmak üzere Kastamonu Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne gittim. Hastanenin bahçesine kurulan ve COVID-19 şüphesiyle gelen hastalar için ilk işlemlerin yapıldığı konteynerde iki hemşire ve benden başka bir hasta daha vardı. Hemşirelerden biri tansiyonumu ölçüp şikayetlerimi dinledikten sonra “Belirtiler çok ciddi,” deyince, ne yalan söyleyeyim, daha bir kötü oldum. Bu moralle ana binaya girip testimi yaptırdıktan sonra ağrılar ve bin bir düşünce eşliğinde eve döndüm. Eve, dediğim, yatağıma…
Ertesi sabah telefonumun sesiyle uyandım. Sağlık Bakanlığı’na bağlı bilmem nerede çalıştığını söyleyen bir hanımefendi, Mertcan Karacan olup olmadığımı teyit ettikten sonra, “Geçmiş olsun,” dedi, “testiniz pozitif çıkmış.” O an, uyku sersemliğinden midir bilmem, “Onu negatife çevirseniz olmaz mı?” der gibi bir ses tonuyla, yalnızca “Hadi ya…” diyebildim. Karşımdaki hanımefendi ise “Evet, maalesef…” dedikten sonra başladı soru yağmuruna:
“Evde kimlerle yaşıyorsunuz? Annenizin adı nedir? Kaç yaşında anneniz? Babanızın adı nedir? Babanız kaç yaşında? Böbreğinizle ilgili herhangi bir rahatsızlığınız var mı? Ya ciğerlerinizle ilgili? Peki, kalbinizle? Son günlerde temasta bulunduğunuz başka birileri oldu mu? Virüsü nereden almış olabilirsiniz?”
Üstelik o kadar hızlı soruyor, o kadar hızlı soruyordu ki, bir ara gerçekten ölmüş olduğumu ve karşımdakinin de sağlık çalışanı değil, sorgulayıcı meleklerden biri olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Gerçi, bu lanet sürecin ta başından beri gecelerini gündüzlerine katıp bizim için canla başla mücadele eden tüm sağlık çalışanları birer melek değiller miydi? Buna göre, ölüm mevzuunun haricinde, pek de yanılmış sayılmazdım.
İşte böyle… Kıymetlimiz, canımız, ciğerimiz Orhan Veli’nin dediği gibi “Birdenbire oldu her şey.” 2020 ile birlikte bu lanet virüs de kalkar gider mi acaba diye düşünürken yılın son günlerinde bir “vaka” da benden geldi. Artık on gün ben; on dört gün ise, benle temaslı olmaları sebebiyle, annem ve babam evden dışarı çıkamayacaktık. Çok değil, daha bir gün öncesine kadar ev gibi ev iken bir gün sonra mahpushaneden farksız bir hâl alan fakirhanemizde her birimiz birer odaya çekilmiş, yaşama sevinçlerimizi başımıza gardiyan niyetine dikmiş ve özgürlüklerimize kavuşabilmek için gün saymaya başlamıştık.
Sağ olsunlar; bu zorlu günler boyunca ablam yakından, abim ise uzaktan çokça destek oldular. Onlar ve bir nevi refakatçiliğimi üstlenen annemle babam sayesinde ne çorbam eksik kaldı, ne meyvem, ne de başka bir şey. Şu kadar ki, neredeyse “leb” dememe kalmadan dünyanın bütün leblebilerini hatta ve hatta Çorum’u getirdiler ayağıma. Haklarını ne yapsam ödeyemem.
Dediğim gibi, yeme içme konusunda hiçbir sıkıntım olmadı. Ama, gelgelelim, özellikle ilk haftam Tokatçı filminde lokanta camına ekmek banan Kemal Sunal gibi geçti. Zira okunmayı bekleyen daha bir sürü kitap vardı odamda ama ben hiçbirine dokunamıyordum. Olmaz değildi ya, sayfaların arasına virüs saçabilir ve iyileştikten sonra aynı kitaba yeniden dokunacak olursam, maazallah, kendi virüsümü kendime bulaştırabilirdim. Bundan ötürü, kızarmış tavukların Kemal Sunal’a, Kemal Sunal’ın da kızarmış tavuklara baktığı gibi, yaklaşık yedi sekiz gün boyunca kitaplar bana baktı, ben kitaplara…
Gülmedim mi fenaydı, zira aklıma her boşlukta ama her boşlukta kötü kötü şeyler getirir olmuştum. Bunlardan kurtulmam lazım geldiğini her ne kadar biliyor idiysem de bir türlü başarılı olamıyor, seyrettiğim dizi ya da film biter bitmez ölümü düşünmeye kaldığım yerden devam ediyordum. Hatta, bir ara, Sunay (Akın) hocamın ikinci kitabım için yazdığı yazıyı dahi bu kara düşüncelerime malzeme etmiş, karamsarlıkta adeta çığır açmıştım. Şu sebeple ki, bahsini ettiğim bu yazıda Sunay hocam, beni, Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu ile aynı otobüse bindirmiş, aynı yolculuğa çıkarmıştı. E, Rüştü de, Muzaffer de, yaşadıkları dönemin amansız hastalığı olan veremden dolayı ölmemişler miydi? Öldüklerinde yirmili yaşlarının henüz başında, yani benim aşağı yukarı şimdiki yaşımda değiller miydi? E, tıpkı onlar gibi ben de kendi dönemimin amansız hastalığı olan koronavirüsle boğuşmuyor muydum? Bunların üstüne, bir de, Sunay hocamın tarihteki ilginç rastlantıların yazarı olduğunu düşünmek, Rüştü ile Muzaffer’den yaklaşık yüz yıl sonra onlarla aynı kaderi yaşayacağıma olan inancımı daha bir körüklüyor ve eminliğimi daha bir artırıyordu. Sabah akşam, akşam sabah, gece gündüz, gündüz gece, gülmedim mi işler buraya varıyordu.
Neyse ki gün günden iyiye gittim ve hiçbir şey korktuğum gibi olmadı. Karantinada geçirdiğim on günün sonunda sağlığıma büyük oranda kavuşmuş hâldeydim. Artık ağrı mağrı çekmiyor, odamdan dışarı dilediğimce çıkabiliyor ve kitaplarımı gönül rahatlığıyla okuyabiliyordum. Şimdi yapmam gereken ilk şey, kafamdaki o olumsuz düşüncelerden kurtulmak ve onlardan boşalan yeri iyi ve güzel şeylerle doldurmaktı. Bunun için, karantinamın bittiği hafta boyunca, her gün, kahvaltımı ettikten sonra dışarı çıkıp sakin yerlerde yürüyüşler yaptım. Dilimde bazen bir türkü, bazen bir şiirle tamamladığım bu yürüyüşlerimde arkamda yalnızca ayak izlerimi değil, o karamsar, o meczup, o benim bile tanımakta güçlük çektiğim Mertcan’ı da bıraktım. Dilerim, oralarda yitip gitsin ve bir daha asla dönemesin ruhuma. Ben kapımı kilitledim, gerisi Allah’a…