Bilmem ki nedir. Şair aklı pek ermez (Öyle ya, böyle derler!). Hukukçu yanım ise pek fazla eğilmedi açıkçası bu konuya. Yalnızca bir insan, kalbine ve beynine bazı şeyleri dert ve görev edinmiş bir insan olarak eğilip, eğilirken de birtakım yanıtlar getirmek istiyorum bu konuya. Çünkü etimle, kemiğimle, aklımla, fikrimle, yüzümle, gözümle, kısacası her bir şeyimle rahatsızım bu gidişattan. Yani şu bizim kapitalizm furyasından…
Rahatsızım, çünkü oturmuşum evimde, kitap okuyorum mesela; arkada, bilgisayarımda da Neşet çalsın, az arınayım istiyorum dünyadan… Pat! Bir reklam… Bulaşık makinemin kireç bağlamaması için almam gereken bir kapsülün övgü töreni… Ya da dışarıda yağmurun, karın en güzeli yağarken, hava da puslanmışken hafif hafif, bana kasım ayının devasa indirimlerinden bahseden bir beyefendi sesi… İrkiliyorum hâliyle. Ustanın “Yolcu”sundan “Yalan Dünyası”na vallahi de billahi de zor geçiyorum. Galiba, diyorum, tam da bu olmalı kapitalizm…
Keyifliyim diyelim ya da, açmışım önüme çerezimi, içeçeceğimi, genellikle futboldan, bazenleri ise başka bir daldan bir spor müsabakası seyredecek oluyorum… Ekranın altı, üstü, kenarı, köşesi, orası, burası silme reklam! Reklam da reklam… O kadar ki, sporcular bile görünmüyor bazen sırf bu yüzden. E maçlara bizzat gideyim diyorum, canlı da izliyorum böylece, yine görünmüyor ki hiçbiri… Her biri âdeta birer reklam panosu, kanlı canlı reklam panosu! Kolda, dizde, dirsekte, omuzda acenteler, inşaatlar, bahis siteleri… Tamam, diyorum, bu yahu bizimki…
Şiirin hele, en çok da onun geldiği hâle acıyor içim. O bile kurbanı oldu ya bu sistemin, daha neye şaşırır ki insan? Bakınca, yayınevleri de dahil, arzcısı olan herkes şiiri değil şairini satıyor artık. İlla şiir satacaksa da, mısra-ı bercestesini onun… Onu satıyor. Bir Ahmed Arif örneği gelsin hadi… “Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır / Üşüyorum, kapama gözlerini…” Tamam, kapamayalım! Kapamayalım da, ya Anadolu’nun ağzından “Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır” diye seslenişini onun… Onu ne yapacağız? Ama yok! O olmaz, o satmaz çünkü, ona yer yok! Ona o yeri vermeyen şey olmalı işte, şu bizim “izm”…
Hâl böyle olunca, günümüz şairlerinin büyük bir çoğunluğu da şiiri değil, en çok satacak olan dizeyi arıyor tabii. Özellikle de gençler, yani sosyal medyanın kokusunu en çok almış olanlar, şiiri tutup aforizmaya yahut aforizmalar yığınına dayandırıyor (Adlarını “mıh gibi aklımda tutuyorum” onların). Hâlbuki bu sanatın Apollonlarından biri olarak Cemal Süreya, “Kapitalist üretim, sanat verimlerinin de kendi ardılı olarak gelişmesini ister.” dedikten sonra bile nasıl da ayrı tutmuştu şiiri bundan. Öyle ki, aynı cümlesinin devamında şiir için, “kapitalist ölçülere göre yararlanılacak yanı olmayan bir sanat türü” bile demişti usta. Diyebilir ya, ne yapsın, görememiş ki 2000’leri, azıcık yanılıvermiş!
Sonracığıma o gofret kokulu bakkallar, sonracığıma o gül desenli terziler, sonracığıma küçük esnaf… Ne yalan söyleyeyim, bazen bir grup çocuğu bir bakkalın önünde cips poşetlerini bedava kuponu çıkacak mı diye önceden anlamak için parmaklarıyla yoklarlarken göremediğime bile çok üzülüyorum. Ya da bir genç kızı elinde kumaşıyla terziye doğru seyirtirken… Ya şimdi? Çıkmayan ay sonlarını veresiye defterleri dururken dıtlatmadan geçemediğin market kasalarına gel de anlat hadi! Anlat da bir gör bakalım, duyuyor mu seni? O güzelim kulaklara kaçan pisliktir, demiş miydim? Biraz da bu gibidir, kapitalizm!
Çark işte, durmadan dönen, döndükçe öğüten, ama bunu yalnızca zenginler için ve yine yalnızca yoksullara yapan bir çark! Ha, bir de duygulara… Bu ikisini yani yoksulları ve duyguları öğütmek üzerine kurulu, yutakvari bir sistem… Tam bir eleme sistemi esasında! “Yaşayabilmek için öldür”ün “yaşayabilmek için tüket” tarafı… Şey de derler ya hani gıyabında, gölgesini satamadığı ağacı bile keser bu kapitalizm diye. O baltanın ta kendisi…
Keser, çünkü bilmez bir ağacın gölgesinde oturmayı, dibini sulayıp meyvesini yemeyi, onu bir sevgili saçını okşar gibi okşamayı… Bilmez! Bilir de aslında, bilmezden gelir daha da doyabilmek için. Kesip kesip, sunup sunup, satıp satıp… Üstelik seni önce ağaçsız gölgesiz bırakır ki pazarı ol onun, böyle de bir erdemsizlik! Tam da Ergin Günçe’nin, “gencölen” şairimin dediği gibi işte: “Paraya çevrilebilen her şey erdemdir onun kurallarına göre, çevrilmeyen hiçbir şey erdem değildir.” Hayat eksi erdem, desem? Tabii ya, eşittir kapitalizm!
Bilmem ki kaç çeşit tanımı yapılmıştır bugüne kadar. Belki yüz, belki bin, belki on bin… Hakkında yazılmış denemeler, makaleler, kitaplar hakeza… Sayısız! Ama işte havadaki azotu, oksijeni, sair elementleri istediğin kadar tanımla, iğnele, yer, yan yatır, çamura batır, yine de oradadırlar ya hani; böyle de bir hâl almadı değil şu kapitalizm. İçtiğimiz suda, baktığımız falda, geçtiğimiz yolda, her yerde… Sahi, nedir bu kapitalizm?
Beykoz’da mı görmüştüm ilk? Toplasan yüz metrekare anca edecek kadar bir bahçeyi yüz eşit parçaya ayırmışlardı da, yüzünü de ayrı ayrı zenginlere “Hobi Bahçesi” diye parselleyivermişlerdi. Neymiş, burada domates, salatalık, biber miber dikenler organik beslenebileceklermiş. Yahu, İstanbul’u bahçesiz bırakan da ta kendisi değil mi onların? Biraz da bu sorunun yanıtı… Pardon! Yanıtsızlığıdır, kapitalizm!
Sayılabilir mi örnekleri daha? Çok sayılır! Çoğaltılabilir, şüphesiz! İki Neşet türküsü arasına bile sızabilmiş olan bir şey, her yere ama her yere çoktan sızmıştır nitekim. Ama, sahi, nedir bu kapitalizm? Nerede yaşar, nasıldır, nicedir, kimlerdendir, hoş mudur, safa mıdır, iyi midir, kötü mü… Yoksa aşk gibi, adalet gibi, inandıkça mı vardır… Sahi, nedir bu kapitalizm? Kitapları açtım, onlara baktım ama biri bile tarif edemedi yaramı. Öyle ki, ben artık “şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek isterken” bile geldi, tuttu yakamdan, utanmaz utanmaz yine haykırdı: “Ma-ki-ne-niz u-zun ya-şar…” Hay Allah, hay Allah, hay Allah…
Ey Allah’ım ya Rabbim!