Daha ortasında sakatladığım bacağım yüzünden “bedelini ödemekte” epeyce zorlandığım yirmi altı günlük bedelli askerlik vazifemden sonra telefonumu elime alır almaz sosyal medyaya bir fotoğrafımı yükleyeyim dedim. Isparta’daki Terörizmle Mücadele Eğitim ve Tatbikat Merkezi Komutanlığı’nın fotoğrafhane bahçesinde çektirdiğim, mavi bereli, kamuflajlı, dalgın bakışlı, o daha şimdiden mazi olmaya yüz tutmuş anımı (son “a” burada uzun okunacaktır)…
Tabii devir siyah-beyaz fotoğrafları aile albümlerinde biriktirip yalnızca eve gelen konuklara sergileme devri olmayınca daha ilk andan itibaren bir dünya yorum aldı şu benim mavi bereli hâlim. Eşin dostun pek çoğu hayır dileklerinde bulunurken geri kalanıysa kamuflajlı Mertcan’a karşı gizleyemedikleri hayretlerini getirdiler dile. Onlardan biri ve dahi en çok hoşuma gideni ise İstanbullu yıllarımdan tanış olduğum değerli bir yazar hanımefendiden geldi. Hanımefendi bu yorumunda “Şairler de asker olurmuş meğer!” diyordu. Haklıydı.
Verdiğim poza bakılırsa, evet, benim gibi birinden bile asker yaratmıştı bu devlet. “Benim gibi” derken, millî duygulardan yoksun yahut vatan borcunu inkâr eden biri olduğum çıkarılmasın bundan, benim gibi hiyerarşi karşıtı ve üstüne üstlük antimilitarist birinden… Ne tuhaf! Elime de bir tüfek tutuşturmuş, şiirlerin o eşsiz tınılarından koparıverip marşların o alın çatlatan takatukaları arasına salıvermişti beni. Öyle ya, buydu görünen fotoğrafta. Yeşil, koyu yeşil, asker yeşili… Ama gerçek (o gerçekler ki hep gizlenir fotoğraflarda) öyle miydi? Onu da, hanımefendiye verdiğim yanıt açıklasın: “Yok, yok! Cemal Süreya dizesi gibi dolandım durdum etrafta. ‘Ben asker değilim, nişanlıyım.’”
Gerçekten de bir askerden çok nişanlı gibi dolanıyordum kışlada. Bulduğum her boşlukta ya bir köşeye çekilip defterime bir şeyler çiziktiriyor ya da bir ağacın gölgesine uzanıp kırmızı kocaman karıncalara ezberimdeki şiirlerden okuyordum. Parmaklarıma bakılırsa boştu hepsi. Hiçbirinde ne bir halka ne de bir halka izi vardı. Hakçası Ziya Osman Saba’nın “Nişanlılık” adlı şiirinde yazdığı gibi “Duyageldiği parmaklarımın, o yüzükler… / Birinde benim adım, öbüründe senin adın.” diyebilecek bir vaziyetim yoktu, ne yalan söyleyeyim. Ama asker de hissetmiyordum ya kendimi sonuçta, nişanlıydım işte! Bunu hem bir dizesiyle Cemal’im Süreya’m hem de Tuhafiye adlı eseriyle (on yıllardır evli ama kendini hâlâ nişanlı hisseden) Haydar Ergülen ustam sağlamıştı.
Doğrusunu söylemek gerekirse, yirmi altı günlük askerliğimin ilk yedi sekiz günü elim bile gitmemişti Tuhafiye’ye. Doğma büyüme tarlalı olup kendini bir anda değirmen taşları arasında bulan bir buğday tanesinden farksızdım çünkü o günlerde. Korkulu, kuşkulu ve yorgun… Sonra sonra baktım ki bu böyle gitmeyecek, eski ve asıl doğamdan bir dost gerek bana, derhal Haydar ustamın şiirle birlikte iki göz ağrısından biri olan denemelerine sarıldım. Artık hiç değilse un olmaya yüz tutmayı bırakmış, kendim için, kendi ruhum ve en önemlisi de ruh sağlığım için bir şeyler yapmaya başlamıştım. Cümleler ve kitaplar ve dahi ustalar, başka hangi anlar için vardır ki!
“Ve dahi ustalar” diyerek Haydar hocam da (ustalar aynı zamanda hocadırlar çünkü) sanki Isparta’da benimleymiş gibi konuştum ama, benim için gerçekten öyleydi. Kim bilir nerelerde, hangi zaman dilimlerinde yazdığı tam elli denemesini uç uca eklettirip kitap eyletmemişti de karşıma geçip okur gibi konuşmaya başlamıştı sanki. Elbette bir yoksunluğun serabı da olabilirdi benimki ama neye uğradığını şaşırmış bir piyade ere aynı hisleri hissettirebilecek kitapların sayıca azlığına bakılırsa pekâlâ ustamın mahirliğiydi bu. Hem öyle bir mahirlikti ki, Özdemir Asaf’ın o meşhur “Yalnızlık paylaşılmaz” dizesini bile daha ilk günlerden kaldırıvermişti yürürlükten. Hiç değilse benim için…
İşte tam da o günlere, yalnızlığımın yanı sıra yakınmalarımın da yarı yarıya azaldığı o günlere rastlar, kendimi bir askerden çok nişanlı hissetmeye başlayışım. Şiirle, yazıyla; defterim ve kalemim ve terütaze ilhamlarla; otlarla, çiçeklerle, kırmızı kocaman karıncalarla; kısacası iyi ve güzel olan, bana bir kalbim olduğunu hatırlatan her şeyle o günlerde nişanladı beni ustam. “Al,” dedi, “bunlar cümlelerim; cümlesiyle, cümlemizle, cemicümle nişanlan!” Böyle bir cümleyi elbette ki sarf etmemiş hatta hiç kurmamıştı bile ama un olmaya yüz tutmuş o hâlimi görseydi ihtimal buna benzer şeyler söylerdi bana. “Bağlan,” derdi hakçası, “tutun, yıkılma!” Tuhafiye‘nin o en güzel yazılarından birinde dediği gibi işte: “(…) nişanlılık da tam da böyle bir şey değil midir zaten? Hayatın yaratıcı, daha da iyisi yaşatıcı unsurlarından birisi. (…) Devrimci bir durum hatta. Bir ‘aradalık’ hâli. Abartalım, sisteme kafa tutma.”
Alıntıdaki o son cümleyi (“Abartalım, sisteme kafa tutma.”) okur okumaz daha iyi anlamıştım ki bu değirmen taşları arasındaki kısa süreli ve fakat suyumu çıkarmaktan da asla geri durmayan sisteme karşı kafayı bozmayıp dik tutmaya çalışacaksam kendimi nişanlı hissetmeye devam etmeliydim. Hâl böyleyken ne yaptım ben de? Ettim devam! Yaklaşık yedi sekiz gün süren “korkulu, kuşkulu ve yorgun” dönemimden sonra Tuhafiye’yle buluşunca dünyayla yeniden barıştım. Şiirler okudum, şiirler yazdım; daha düne kadar kaçını postallarla ezdiğimi bilmediğim karıncalara bu defa içimi açtım, okşadım onları, sevdim; daha iyi uyudum, daha iyi uyandım ve sayılı günlerimin geçmesini bekledim. Ustam ise iyilikler katmaya, incelikler sunmaya devam ediyordu bana, Tuhafiye’sinin sayfalarından (“raflarından” mı demeli yoksa?). Pardon, raflarından…
Neler neler yoktu ki o raflarda! A’dan Z’ye, yerden göğe bir dünya eşya (“şeyler”in çoğulu olarak “eşya”)… Akşamlar, sabahlar; ikindiler, ikindiüstleri; nisanlar, mayıslar, haziranlar; unutulmuş şiirler sonra, unutulmuş kitaplar… Devam edeyim: Sanayi kokusu, gül kokusu, deniz konusu; direnişler, devrimler, isyanlar; arkadaşlıklar, kardeşlikler, dostluklar; gar lokantaları, iskeleler; bir yerlere gidip bir yerlerden dönmeler; ezilenle ezilip ezeni dert bilmeler; güçlünün karşısında güçsüze güç vermeler; neler neler… Bir de bütün bunların kışla gibi bir yerde benim için günlere bölünmüş birer muhabbet konusu hâline büründüğü düşünülürse bir anda nasıl bir zenginliğe erdiğim kolayca anlaşılabilir. “Çarşıdan aldım bir tane (kitap), kışlaya vardım bin tane (konu)” hesabı… Öyle ya, dile kolay, fikre zor… Ezik üzümlerin, çürük elmaların, kelek karpuzların ve daha nelerin nelerin, kimlerin kimlerin ödülden ödüle koştuğu bir yerde nar gibi bir kitap yazmak… Kıpkırmızı, dalından, bütün hem de…
Şu herkesin herkesle yarıştığı, şu “çok çiğ” (Necatigil demişti bunu), şu birlere binler katmanın başarıdan sayıldığı CV’ler çağına haddini bildirir gibi, biyografisine yalnızca “Haydar Ergülen / Nar’ın babası” yazdıran bir ustadan ne beklenirdi ki zaten başka? Kişisel gelişim adı altında kişisel bir dünya delişime sebebiyet vermesi mi? Yoksa tükendiğinin bir işareti olarak artık yalnızca nehir söyleşi kitaplarında hayat dersleri vermeye başlaması mı? Ya da katilin kim çıkacağı sorusundan hâlâ müthiş bir zevk almaya devam eden polisiye yazarları gibi davranması mı? Elbette ki hiçbiri! Bu kadarına dikkat edip öylelerinden de olmayınca geliyor gerisi zaten. Nar bilgisi sahibi oluyor insan, büyüyor, gelişiyor, çoğalıyor, çatlıyor en sonunda ve açıveriyor içini insana. Sonrası? Sonrası çok uzaklardaki bir piyade ere bile kendini bir askerden çok nişanlı gibi hissettirebilmeler… Daha ne olsun!
Hele ki sözü her fırsatta şairlerden açması, şairlerle sürdürüp şairlerle kapatması yok muydu ustanın; benim için asıl nişan buydu işte! Daha birkaç saat öncesinde 85 model bir G3’ü okşayıp kurcalamak zorunda kaldıktan sonra bir anda Nâzım Hikmet’ten, Edip Cansever’den, Metin Altıok’tan, Sennur Sezer’den, İlhan Çomak’tan, Seyyidhan Kömürcü’den ve daha bir dünya güzel yürekten alıntılar, esintiler, yaşantılar okumak hatta ustamın sesinden dinlemiş kadar olmak paha biçilemez şeylerdi. Bunu da yine öyle bir mahirlikle yapıyordu ki usta, yeni Türkiye’yi Yunus Emre’ye, Ankara Garı Katliamı’nı Âşık Veysel’e, laikliği Orhan Veli’ye, ODTÜ’yü Enver Gökçe’ye, Cumartesi Anneleri’ni Gülten Akın’a ve daha neleri neleri kimlere kimlere bağlayıp duruyor; beni de bu nar bilgisi çıkışlı şöleni karşısında âdeta mest ediyordu. Çok zaman, eğitim esnalarında bile, aklımı alıp bir yerlere götürebilecek kadar…
Şimdi bütün bunları bir arada düşündüğümde “İyi ki,” diyorum, “götürmüşüm Tuhafiye’yi yanımda.” Yoksa o öğütülmeye yüz tutmuş buğday taneliği hissinden çıkıp kendimi nasıl bir Cemal Süreya dizesinin içinde bulabilirdim ki? Ya da olayların çok çok uzağındaki bir hanımefendiye bile “Şairler de asker olurmuş meğer!” dedirtebilecek kadar tuhaf bilinen bir yerde, nasıl delirmezdim ki Tuhafiye’siz? Ondaki o elini sıkana bile ömrünce vefa besleyen inceliğe sarılmasaydım, ihtimal bugün ya daha çirkin bir ağızla anar ya da çoktan silmiş olduğumdan anamazdım bile o günleri. Ki hâlâ silmemişsem, saklamışsam onları, bunu da yine Tuhafiye’den borç aldığım şu cümlelere borçluyum: “Yarasını sevmeyen var mıdır? İnsan yarasını sever. Tam iyileşmek istemez.” İstemedim, nesi varmış, vallahi istemedim!