Çocuklarını da yanlarına alıp yalnızca kitap alışverişi yapmak için çarşıya çıkmayı alışkanlıkları hâline getirmiş kaç anne-baba vardır bugün? Üstelik bunun için en güzel giysilerini giyip özenle hazırlanan kaç anne, kaç baba, kaç çocuk… Ya da koskoca bir günlerini tamamen müze ziyaretlerine ayırmaktan haz duyan ve bunu gelenekleri hâline getirmiş kaç aile… Cemal Süreya’nın deyişiyle “kötülüklerin büsbütün egemen olduğu” o çağ hâlâ sürüyor olduğuna göre böylesi ailelerin sayıca çok olmadıkları kesin. Bin aileden, hadi bilemedik yüz aileden belki en çok biri böyle. Ama her ne kadarlarsa Melih Yıldız onlara bir daha ekliyor. Alakarga Yayınları’nın “Alakarga Çocuk” dizisinden çıkan, Konuşan Oyuncaklar adlı şimdilik son kitabında…
Bu şölen boyunca sahne sahne beliren hikâyeciklerden ilki, yukarıda da bahsini ettiğimiz üzere, Demirlerin evinde geçiyor. İstanbul’da yaşamakta olan Demir ve ailesi, bir yandan kahvaltılarını yaparlarken diğer yandan hep birlikte trene binip gidecekleri Kartal çarşısında nerelere uğrayacaklarının planını yapıyorlar. Demir, doğal olarak, oyuncakçıya gitmek istiyor; anne ve babası ise kitapçıya… Neyse ki gitmiş oldukları dört katlı kitapçı, oyuncak da satıyor şanslarına. Anne ve babası kendi ilgi alanlarına hitap eden kitaplarla ilgilenirken, Demir de hem bir Pinokyo oyuncağı hem de beş ayrı kitap seçiyor kendisine. Yazarlığının yanı sıra eşine az rastlanır derecede bir okur da olan Yıldız’ın, Demir’e özellikle Kurbağa Prens, Kurşun Asker, Çizmeli Kedi, Oz Büyücüsü ve Keloğlan kitaplarını seçtirmesi, çocuk okurlarını nitelikli eserlere yönlendirmesi bakımından apayrı bir önem arz ediyor.
Kitabın ilerleyen sayfalarında aile yine evinde, Demir ise almış olduğu kitaplardan Kurbağa Prens’i okurken görülüyor. Kitap okumayı sevdiği kadar okuduğu kitaplar hakkında konuşmayı da seven Demir, Kurbağa Prens’i bitirir bitirmez soluğu babasının yanında alıyor. Kitap hakkındaki görüşlerini babasıyla enine boyuna paylaştıktan sonra bir de oyuncak istiyor ondan, Kurbağa Prens’in oyuncağını. Ama babası, oyuncak almak yerine, ona bambaşka bir sürpriz yapacağını, almış olduğu kitapları okuduktan sonra onu çok güzel ve çok seveceği bir yere götüreceğini söylüyor. Sürprizi öğrenebilmek için hiç vakit kaybetmeden odasına gidip kitaplarını yutarcasına okuyup bitiren Demir, sürprizin bozulmasını istemeyen babasından bir tek ipucu bile alamayınca ertesi günün çabucak doğması dileğiyle hızla yatağına koşup uykuya dalıyor.
Keloğlan’ın heykeliyle birlikte fotoğraf çektirmek isteyen Demir, fotoğraf faslı bittikten sonra, annesinin teklifi üzerine tek başına giriyor müzeye. Tam bu noktada annenin, yani aslında Yıldız’ın, “Çocuklar nasıl özgüven sahibi olur?” sorusuna verdiği gizli yanıt, gözlerden kaçmıyor tabii. Demir’in müzeye tek başına girmesini sağlamakla beraber Yıldız, aynı zamanda biz yetişkin okurlara ve özellikle anne ya da baba olanlarımıza, çocukların böylesi yerlerde kendi hayal güçlerine terk edilmesi gerektiğinin mesajını da veriyor. Biz yetişkinler bu gizli mesajı aladururken tam da La Fontaine’in fotoğrafının sergilendiği odaya geçmekte olan Demir, birinin kendisine seslendiğini duyuyor arkasından. Sesin sahibinin kim olduğunu başta kestiremese de az sonra anlıyor ki bir heykel bu, dünyaca ünlü masal yazarı Hans Christian Andersen’in heykeli. Deminden beri bir heykelle konuştuğunun ayırdına varmak, çok şaşırtıyor Demir’i. Onun bu şaşkınlığı karşısında Andersen, gayet sakin bir tavırla, “Unutma,” diyor Demir’e, “bu oyuncaklar sadece okumayı seven çocukların yanında konuşur.” Böylece Demir de, Demir’in hikâyesine eşlik eden okur da, kitapların sağladığı ayrıcalıklık hissini iliklerine dek hissediyor.
Konuşan Oyuncaklar’ı fabl türüne yaklaştıran hatta bizzat fabl kılan bu bölüm ve sonrasında Demir, Andersen’den başka, Bremen Mızıkacıları’ndaki horozla, masalların o vazgeçilmez kötü karakteri cadıyla, Mickey Mouse, Pinokyo ve Kurbağa Prens’le de sohbet ediyor. En son yine Andersen’in yanına uğrayan Demir, onunla tekrar görüşmek dileğiyle vedalaştıktan sonra ayrılıyor müzeden. Kitabın bu vedayla birlikte ansızın bitmesi, akıllara Konuşan Oyuncaklar’ın ya da Demir’in başka başka maceralarının seri hâlinde yazılmaya devam edip etmeyeceği sorusunu da düşürüyor. Söz gelimi, Demir’i Topkapı Sarayı Müzesi’nde ya da Pera Müzesi’nde ya da Barış Manço Müzesi’nde de görebilsek ne güzel olur, diye düşünüyor insan.
Kitapta ana mekân olarak özellikle Kartal Masal Müzesi’nin seçilmiş olmasında Yıldız’ın burada müze koordinatörü olmasının payı büyük elbette. “Müze” sözcüğünün Fransızca kökenli bir sözcük olduğunu, kaynağını “Musalar” sözcüğünden yani tanrılar tanrısı Zeus’un Helikon Dağı’nda oturan dokuz güzel kızının adından aldığını ve bu kızların aslında “ilham perileri” olduklarını çok iyi bildiğini düşündüğüm Yıldız, bizlere dolaylı yoldan bu bilginin de ışığını sunuyor. Öyle sanıyorum ki, başkahramanına “Demir” adını vermesinin altında bile aslında “kitaplarla ve müze kültürüyle büyüyen çocukların eğilip bükülmez bir kişiliğe ve geleceğe sahip olacakları” gerçeğini vurgulama isteği yatıyor Yıldız’ın. Uzun lafın kısası, “demir” gibi çocukların yetişmesi ve “kötülüklerin büsbütün egemen olduğu” bu çağın artık son bulması için Konuşan Oyuncaklar gibi nitelikli kitapların okunması, okutulması, okunmakla da kalmayıp anlaşılmış olması gerçekten şart!