Yalnızca edebiyat kitaplarına değil, tarihten coğrafyaya, biyolojiden kimyaya, matematikten geometriye bütün ders kitaplarına girebilecek bir şair. Öyle ki, din kültürü ve ahlak bilgisi kitaplarına bile… Nitekim antitez, sanılanın aksine, tezi çürütmez, hatta ve hatta güçlendirir. Bunu idrak edebilmiş bir millî eğitim, dediğime niçin gelmesin ki?
Biliyorum, fazla ütopik bir olay bu. Bunu bildiğim için latife ettim ben de zaten. Öyle ya, “benim cinlerim tanrının liginde oynamıyor” demiş bir şairin, din kitaplarında işi ne? Fakat tarih olsun, coğrafya olsun, biyoloji, kimya, matematik, geometri olsun, bu derslerde mutlaka işlenmeli İskender. Söz gelimi, Ankara Savaşı’nda Yıldırım Beyazıt’ın Timur’a nasıl esir düştüğü, İskender’in “Benim esir düştüğüm savaşlar çoktan tarihe geçti” dizesiyle birlikte okutulmadıkça bazı şeyler daima havada ve daima eksik kalacaktır, benden söylemesi.
İskender’in bu noktaya gelmesinde aşırı yazmış ve bunun doğal bir sonucu olarak değinmedik konu bırakmamış olmasının payı yok değil. Evet, aşırı yazdı İskender. Bir söyleşisinde dile getirdiği üzere, “uyanıp hareket eder gibi”, “fizyolojik bir ihtiyacı karşılamaya çalışır gibi” yazdı. Hâliyle hayatın içinde olup da şiirine dahil etmediği handiyse hiçbir şey kalmadı. Karekökü olmayan otuz biri bile, ne yapıp etti, Karaköy’üyle aldı şiirine. İşte akıl! İşte buluş! İşte matematik!
Zaten bunun için -yani varını yoğunu diline, şiirine, sanatına verebilmek için- terk etmedi mi tıbbı? Üstelik, her yıl on binlerce öğrencinin kazanabilmek için can attığı, bugüne kadar belki milyonların hayalini süslemiş olan (İ.Ü.) Cerrahpaşa Tıp’ı… Gerçi, sonra yine denemişliği var kendini, yok değil. Aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi’ne giriyor, Sosyoloji Bölümü’ne. Gel gelelim, üç yıl sonra burayı da terk… Bana öyle geliyor ki, İskender’i her iki “terk”e de tek bir neden sürükledi: Ne yapsa, ne etse şiiri aldattığı hissine kapılması. Başka bir şey değil!
Bu hisle yaşamasaydı ne olurdu, neler yapardı, diye düşünmeden edemiyor insan. Aynı anda hekimlik? Belki… Tiyatroda atılım? Bir ihtimal… Fakat şurası kesin ki bir devrim de sinemada yapardı. Yüzüyle değil yalnızca, fikriyle de… Yani hem oyuncu hem senarist hem de yönetmen olarak… Yakışır mıydı? Fazlasıyla yakışırdı. Gelebilir miydi üstesinden? Kolaylıkla gelirdi. Öyle ki, bir “küçük İskender Sineması”ndan kesinlikle bahsettirirdi dünyaya. Evet, dünyaya… Altın Portakal’ı soyar da başucuna çoktan koyardı zaten. Diğerlerini de öyle…
Sineması kimlerle anılırdı, kimlere komşu olurdu, kestirmesi güç bunu. Fakat şiirinin “açık” değilse bile “açık uçlu” adresi şöyle verilebilir: Hüznü, kederi, sevinci, coşkusu, günahı, sevabı, ayıbı, ahlakıyla aynı evde, Ece Ayhan’la aynı semtte, Edip Cansever’le aynı kentte, İlhan Berk’le aynı ülkede, Nâzım Hikmet’le aynı dünyada ikâmet ediyor. Gel gelelim, üç gün adresindeyse beş gün -kâh bir ormana kâh bir deniz kenarına kâh İstanbul’un en işlek caddelerinden birine çattığı- çadırında yatıp kalkıyor. Çadırı aynı anda kimliği, pasaportu. Hiçbir yerin yerlisi değil zira, kendinden başka!
Şiirinin bu özelliği, yani bu otoyerlilik hâli şiirindeki, çoğunlukça hep yanlış yorumlandı maalesef. Hâliyle, İskender de payına düşeni fazlasıyla aldı bundan. “Marjinal” mi denmedi onun için, “uçbeyi” mi denmedi, “anarşik” mi denmedi, neler neler! Oysa o, marjinal değil orijinal, uçbeyi değil beylerbeyi, anarşik değil anarşıktı (Fuat Sevimay üstadıma selam olsun!). Doğal olmak ile yapay olmamaya çalışmak arasındaki o ince çizgiyi çok iyi bildiğinden ve her zaman doğal olmayı seçtiğinden geldi bunlar başına. Hoşlandı tabii zamanla, hoşlanmadı değil bundan, beslendi de.
Büyük şairdi, sözün özü, büyük yazardı, büyük insandı İskender. Denize bakıp derini anlatan, her daim deniz, her daim derin, her daim anlatandı. İki bin yıl önce, Ege kıyılarında, İskenderius adıyla yaşamış olsaydı bile bu satırları yine yazdırırdı bence bana, tazeliğini hâlâ koruyor olurdu ve yine, çok büyük ihtimalle, iki bin yıl sonra da yaşıyor, okunuyor, anılıyor olacak İskender, yazılıyor olacak. Güneş’le hâlâ nasıl ısınılıyor, nasıl ölçülüyor olacaksa zaman, öyle…
Hem belki bütün aylar mayıs olur o zamana…