Babamı öldürdüğüme inanamıyorum. Gözleri hâlâ açık olduğundan olabilir mi? Eğilip kapatsam şimdi bir şey der, canımı sıkar… Uğraş dur sonra! İyisi mi hiç bulaşmayayım. Zaten kendisi söylerdi, iş sahibi olduğumu göremezse gözü açık gideceğini. İşte… İşsizim ve sözünün eri babam gözleri açık gitti. Ne diyeyim, helal olsun adamcağıza. O kadar bıçak darbesini ben yesem, değil yalnız gözlerim, göbek deliğim bile kapanıverirdi. Neyse… Şu bıçağı yıkayayım, gelince annem laf etmesin. Bir başladı mı susmaz yoksa. Ne tembelliğim kalır, ne kenefliğim. Yok, niye kullandıklarını yıkamadın; yok, niye yediklerini kaldırmadın; yok, niye sıçtıklarını sıvamadın… Deli mi ne? Burama kadar geldi artık! Bir gün benle uğraşmasın, vallahi dişimi sökeceğim. Ama nerede!
Şu kan da ne iğrenç bir şeymiş! Bildiğimiz sümük… Hâlbuki ben onu daha böyle, nasıl tarif etsem, daha akışkan bilirdim. Ya rengi? O da bir tuhaf! Sanki kırmızıdan çok siyaha yakın, inceldiği yerlerde vişne çürüğü… Işıktan mı acaba? Olabilir. Akşamüstlerinin bu göz bulayan loşluğu yanıltabilir insanı. Öyle ilginç anlardır ki bu anlar, lambaların her biri yakılmış, tüllerin, perdelerin tamamı sıyrılmış bile olsa ev içlerinin aydınlanmasına izin vermez. Hüküm sürebildiği her boşluğu aynı renge ki genelde griye boyar. Bir şeyleri gizlemek konusunda bence geceden daha yetenekli. Hatta babamı öldürmek için bu ânı özellikle beklemiş bile olabilirim. Olabilir miyim? Düşününce akla uygun düşüyor ama böyle bir planım gerçekten yoktu ve hiçbir zaman olmamıştı. Ben sadece… Tüfeğiyle burun buruna gelince korktum. Kendimi korumak istedim. Canımı…
Haklı olmaya haksız değildi. Ama düşününce… Ne olmuş sanki, bir baltaya sap olamamışsam? Hâlâ oğlu değil miydim? Gerek var mıydı o kadar küfre, itip kakmaya? Üstelik ona iyi olmadığımı, bana hakaret etmemesi gerektiğini bin kere söylemiştim. Git başımdan, demiştim, git, uğraşma benle! Okumak mı, okuduk, boyumuzca kitaplar devirdik; neye yaradı, ne oldu sanki? Geceleri geç yatıp gündüzleri geç kalkıyormuşum, akranlarım çoluğa çocuğa karışmışken ben hâlâ çocukmuşum, lanet olsunmuş doğduğum güne, sülalemi siksinmiş… İyi de, neden? Hükûmet iki yıldır öğretmen atamadığı, işverenler bu yarın öbür gün atanır gider endişesiyle yüzüme bile bakmadıkları için mi? Ben ister miydim böyle olsun? Emeklerim boşa çıksın ister miydim? Ya onu öldürmek? Ellerimi suyun altına tutmakla lavaboya yutturduğum kirin babamın kanı olduğunu görmek ister miydim? Bir de utanmadan öldüğü yerden gözlerimin içine bakıyor. Sinirli sinirli kaş çatıyor bir de. Ya ne yapsaydım? Sıkacağı kurşunu bahtıma nazar değmesin diye başımın üstünde eritip ardından üç Kulhü bir Elham mı… Eh, kabrinde okurum artık!
Ama keşke… Keşke hiç açmasaydım kapımı. Odamda, ne güzel, yattığım yerde kitap okuyordum. Önce duymazdan geldim aslında ama üst üste seslenince yüzüme yeni uyanmışım süsü verip kalkıverdim. Yaşlı adam sonuçta… Rahatsızlanacağı tutmuştur, kalbi malbi sıkışmıştır, deyip vardım çevirdim anahtarı. Köy evinin kapısından ne olur? Koluna asılmama kalmadan çiçek gibi açtı kendini. Baktım, babamın maşallahı var. Kahvaltıda nasıl idiyse öyle, turp gibi. Dalmışım, dedim, çok seslendin mi? Dört parmağına geçirdiği tespihini baş parmağıyla sıkıştırmış, sallıyordu. Saat kaç ulan, dedi, hâlâ yatıyorsun? Gün günden daha bir şiddetli geçen tartışmalarımız şaşmamacasına benzer sorularla başladığı için bu defa kurnaz davranayım, konuyu saatte tutayım istedim. Dedim, on yedi kırk üç. Ben böyle deyince bir başladı bağırmaya; sandım ki halıyı kilimi, kapıyı bacayı, tavanı kirişi titrettiğiyle kalmayacak, altmış yıllık evi altmış saniyede indirecek başımıza:
— Onu mu sorduk ulan sana, puşt! Saat kaç olmuş, hâlâ beyiş gibi yatıyorsun! Benim senin yaşındayken üç çocuğum vardı, üç! Yüz tane davarı bir değnekle güdüyordum! Ama anan yok mu o anan, o etti seni böyle! Şımartma, dedim ona! Kondurma hazıra, dedim! Netice? Aha, ortada! Ama bende de kabahat yok değil ha! Şu çarpsın yok değil! Okutmayacaktım seni! Verecektim eline malayı; doğru, diyecektim, inşaata! Bak ağabeylerine! Götleri çıka çıka çimento taşıdılar da, ev köy sahibi oldular! Okudular mı, yo! Kitap yüzü açmadılar, kitap! Yalan değil, ben vallahi onlar adam olmaz sanırdım! Yüzüm yere bakarsa bir onlardan bakar sanırdım! Allah’a bin şükür, kimseye avuç açmadan, ak dediğime kara demeden geldiler bugünlere! Sen? Sen ne bokuma yaradın? Ta gittin Ankaralara; ev dedin, ev tuttuk; beş dedin, on gönderdik; netice? Kafam kadar diplomayla döndün, netice? Armut piş, ağzıma aşağı düş; bu mu ulan, şerefsiz? Kaç yaşında adamsın, elin ayağın tutuyor, anandan öğretmen çıkmadın ya! Git simit sat, git kum taşı, git bahçe belle, yap ulan bir şey! Ama hazırı tüketmek işine geliyor tabi! Baba evinde kazan kaynıyor! Sülaleni s…yim senin! Haysiyetsiz köpek!
Peşinden bir küfür de banyoda… Abdest mi alınmış, ne olmuşsa artık… Islaktı yerler, göl gibi. Düşüyordum az kalsın. Zor tutundum. Başlarına basarak sürüdüğüm terliklerle alçacık musluğun önüne varıp kırmızı şeritli kolu var gücümle döndürmeye başladım. Sıcağıymış. Onu kapayıp diğerini… Nasıl çatlıyordu başım! Sersem gibiydim. Yüzüme çarpacağım su avuçlarımı henüz doldurmamıştı ki eşikte bir gürültü… Ödüm patladı! Kapıya vurduğu yumruklarına uydura uydura hakaretler, küfürler… Durmadan başa sarıyor, yükseldiği yerlerde nefes nefese kalıyordu. Umursamadım. Bakmadım bile dönüp. Ne yapsam ekmeğine yağ sürmüş olacağımdan sustum. Bana son yıllarımın en iyi öğrettiği şeydi, sabır çekmek. Sabır üstüne sabır çektim. Sabır üstüne sabır…
Şükür ki çatlamadım. Yüzümün hararetini iyice aldıktan sonra musluğu kapatıp terlikleri yine sürüye sürüye eşiğe yöneldim. Orada öylece dikilmiş, geçmeme engel oluyordu. Bir eli havada, dilini ısırarak kendini tutuyordu güya. Vursana, dedim, ne duruyorsun, hadi! Vuracağı tokadın, ettiği küfürler kadar acıtamayacağını bilerek yineledim. Ne duruyorsun, vursana! İnatla şişirdiği balonu yüzünde patlamış bir çocuktan farksız görünüyordu. Donmuştu sanki. Bir süre öylece kalakaldı. Ardından pis bir hayvan leşini kuyruğundan tutar gibi kazağımı omzumdan ayırarak bir iki silkeledi. Direnmesem önü sıra sürükleyiverecekti beni. Direndim. Elini elimin tersiyle ittiğim gibi sıyrıldım yanından. Tam yürüyüp gidecektim ki geri dönüp onu olduğu yere mıhlamak istedim, düşürmek istedim yakamdan:
— Yeter, gelme, yeter artık! Yeter artık, usandım! Düşmanın mıyım be senin? Düşmanın mı? Ta Ankaralara gitmişim… Bilmem ne, bilmem ne… Serserilik mi ettim? Fena mı ettim okudum da? Ben ister miydim böyle olsun? Emeklerim boşa çıksın ister miydim? Aylardır çalmadığım kapı kalmadı benim! Bari bekçi olayım dedim, ona bile aldılar mı? Kabahatim ne şimdi, ha? Şurada ekmeğini iki yıl fazla böldüm, bu mu battı gözüne? Çorbanı iki yıl fazla kaşıkladım, bu mu? Her gün her gün, her gün her gün… Yetti artık, anlıyor musun, yetti! İnsan içinde oğlum öğretmen diye diye göğüs germeyi iyi biliyorsun! Beni geç, geç beni, kendine de mi saygın yok senin? Bana yok, kendine de mi? Babalık mı bu yaptığın, ha? Babalık mı bu yapt…
Bir an neye uğradığımı anlayamamıştım. Diri, parlak, bembeyaz bir ışık, yerini bulanık, sisli puslu bir görüntüye terk edinceye dek yanağımın acısını duymamıştım bile. Peşi sıra uğultu, çınlamalar… Afallamıştım. Omzuma düşen başımı yavaşça kaldırıp nefret dolu bir ifadeyle yüzüne baktım. Akları sararmış gözleri hâlâ ateş saçıyor, yuvalarını zorlayacak kadar büyümekte birbirleriyle yarışıyorlardı. Dayanamadım. Ta ciğerlerimden kopup gelen bir haykırışla yumruğumu duvara vurduğum gibi mutfağa yollandım. Titriyordum sinirimden. Balkona çıkıp annemin öteberi yüklü sepetleri arasına çöküverdim. Kendimi ne kadar zorladımsa da o tek damla yaşı tutamadım gözümde. Yanağımı omzuma silerken bilmem kaçıncı defadır aynı şeyleri tekrarlıyordum. Buraya kadardı. Neyim varsa toplayıp gidecektim bu evden. O benden, ben ondan kurtulacaktık artık.
Kararlılığımı kanıtlamak istercesine bir hamlede ayağa kalktım. Başımda baş aşağı tutulmuşum gibi bir ağırlık… Ense kökümde dayanılmaz bir ağrı… Nereye gideceğimi, ne yapacağımı, nerede yatıp kalkacağımı bile henüz bilmezken, bulamamışken, kararımı anneme nasıl söyleyeceğimi düşünür olmuştum. Arada kalmasını, üzülmesini, üzülüp yataklara düşmesini istemiyordum onun. Öyle ki hiçbir tepki vermeyip boynunu büktüğüyle kalsa bile vicdan azabımdan yaşayamazdım, affedemezdim kendimi. İçini rahatlatacak birkaç cümleyi aklımın bir köşesinde hazır ettikten sonra üstüme başıma çekidüzen verip içeri girdim. Babama görünmek istemediğimden onun nerede olduğunu anlayana kadar çıkmadım mutfaktan. Döşemelerden gelen gıcırtılara kulak kesilip ayak seslerinin iyice uzaklaşmasını bekledim. Niçin beklediğim anlaşılmasın diye dolapları açıp kapamaya, tencere içlerine bakmaya, çekmeceleri karıştırmaya başlamış, aynı anda ses çıkarmamaya gayret gösterirken kendi evimde hırsıza dönmüştüm. Kendi evimin hırsızına…
Tam o sırada kapılardan biri büyük bir gürültüyle kapanınca telaşlandım. Ne yapacağımı bilemedim. Gerçekten hırsız olsam ancak bu kadar gerilirdim. Raftan hemen bir bardak alıp su içer gibi yapmaya başladım. Buraya gelirse hiç oralı olmayacak, yüzüne bile bakmadan odama geçecektim. Yerimi buna göre alıp sessizce beklemeye koyuldum. Çok geçmeden elinde tek kırma tüfeğiyle paldır küldür içeri daldı. Herhâlde balkonda olduğumu sanıyordu ki beni görünce aniden durdu. Burnundan soluya soluya diğer elindeki fişeği yatağına yerleştirmeye çalışıyor, aynı anda anlaşılmaz sesler çıkarıyordu. İhtimal vermek istemesem bile aklıma gelenin başıma geleceğinden korkarak bardağı musluğun altına bıraktığım gibi kapıya yöneldim. Daha birkaç adım atmamıştım ki tüfeğini önüme uzatarak geçmeme engel oldu. Ardından namlusunu göğsüme batıra batıra itmeye başladı beni. Yüzü alabildiğine kırmızı, kıpkırmızıydı. Tezgâha oturur gibi yaslanıp öylece kalakaldım. Baba, diyebildim sadece, yalvaran bir sesle. Devamını getiremedim. Donmuştum. Ne zaman ki tüfeğini kulağıma vurdu, kaybettim kendimi. Elime nasıl geçtiğini anlayamadığım bir bıçağı hızla karnına sapladım. Ölmezse kızacağından korkup bir daha… Çıkarıp bir daha… Sonra bir daha… Bir şeyler söyleyecek oldu, sustu. Kusar gibi öğürerek iki büklüm olduktan sonra boş bir çuval gibi yığılıverdi önüme. Ben sadece…
Ne diyeceğim öğrencilerime, bunu düşünüyorum. İleride bir sürü öğrencim olacak. Ne diyeceğim onlara? Hükûmet iki yıldır öğretmen atamadığı, işverenler bu yarın öbür gün… Saçmalık! İyisi mi alayım elime malayı, doğru inşaatlara… Kimseye yük de olmam. Kazandığımı yerim hiç değilse. Ama düşününce… Gerek var mıydı o kadar küfre, itip kakmaya? Üstelik ona iyi olmadığımı, bana hakaret etmemesi gerektiğini… Öyle ya! Ben sadece…
Soğuk… Üşüyorum. Titriyorum durmadan. Kafamın içinde sesler… Susturamıyorum bir türlü. Tik takları asabımı bozuyor saatimin. Çıkarıyorum. Uzağa, en uzağa… Hâlâ açık mıdır gözleri? Karanlık… Göremiyorum, seçemiyorum yüzünü artık. Ağlamak istiyorum, bağıra çağıra ağlamak… Nerede kaldı annem? Ben mi gitsem? Teyzemlerdedir. Kalkıyorum. Zifirî… Görünmüyor hiçbir şey. Bir ıslaklık ayağımda, kanı… Ürperiyorum. Hâlbuki ben onu daha böyle, nasıl tarif etsem, daha akışkan… Başım dönüyor. Bulamıyorum ışığın yerini. Duvara tutuna tutuna, el yordamıyla… İşte oldu! Diri, parlak, bembeyaz bir ışık, yerini bulanık, sisli puslu… Baksam mı dönüp? Yatıyor, upuzun, sessiz… Sararmış sanki yüzü. Gözleri hâlâ açık olduğundan… Bundan olabilir mi? Babamı öldürdüğüme inanamıyorum.
Harika betimlemeler, duygu yoğunluğu iki insanın yok eden düzen.