Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı 19 Mayıs 1919’da, İzmir’in Yunanlılarca işgalini protesto için Fatih Belediyesi önünde yapılan mitingde konuşanlardan biri de Ahmet Selâhattin Bey’dir. Demir parmaklıklarından siyah bayrakların sarkıtıldığı balkona çıkıp sözü alan Selâhattin Bey, kalabalığın dağılması için alçak uçuş yapmakta olan iki adet İngiliz uçağına aldırmadan, şunları söyler oradaki halka:
“Mademki her milletin kaderine sahip olması dünyaya söz verilen yüksek adalet ilkeleri gereğidir ve mademki dünyada bir Türk milleti vardır, mademki bir Türk milletinin de yüreğinde bugün gördüğümüz ateşli duygu vardır, bugünümüzü tehdit eden bütün felaketlere karşın, geleceğimiz güvenlik altındadır.”
İtiraf etmem gerekir ki, Selâhattin Bey’i ne zaman ansam ya da adını nerede okusam, aklıma onun tarihe damga vurmuş bu coşkulu sözlerinden bile önce, İkinci Dünya Savaşı sırasında Rusya Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Molotov’un Rus gazeteci Ehrenburg için söylediği şu sözü düşer:
“Birkaç tümen askerden daha yararlı!”
Bir gazeteci değildir aslında Selâhattin Bey; ama Kurtuluş Savaşı’mıza yani bağımsızlığımıza giden yolda gerçekten de en az birkaç tümen asker kadar yarar sağlamıştır. Nitekim arkadaşı Mehmet Asım Us’un deyişiyle “memleketimizin namusunu silahla değil, fakat kalemle savunan bir komutandır” o, bir hukukçu, bir profesör, sözcüğün tam anlamıyla aydın bir insandır. İstanbul Üniversitesinde hukuk fakültesi dekanlığı da yapmış olan Selahâttin Bey, devletler hukuku alanındaki engin bilgisine dayanarak kaleme aldığı manda ve himaye karşıtı yazılarıyla, Türk bağımsızlık davasının da ilk hukuki ve bilimsel savunucusu olmuştur. Öyle ki, Atatürk’ün Samsun’dan henüz ayrılmamış olduğu yani “Ya istiklâl ya ölüm!” diye haykıracağı kongre için Sivas’a geçmesine daha günler, haftalar, aylar varken Selâhattin Bey, Vakit gazetesindeki köşesinde şunları yazacaktır:
“Mandat, ya da koruyuculuk altına giren bir Devlet, bağımsızlığını yitirir. Çünkü, egemenlik hakkı bölünme, parçalanma kabul etmez. İç ya da dış egemenlik terimleri, aynı şeyin içeriden, ya da dışarıdan görünüşüdür. Bağımsızlık, bir bütündür; ya vardır ya yoktur.”
Bağımsızlık için “ya vardır ya yoktur” diyerek Atatürk’ün ta Sivas Kongresi günlerinde ortaya atacağı parolanın fitilini aylar öncesinden ateşleyen Selâhattin Bey’i, Fatih mitinginden tam bir hafta sonra, 26 Mayıs 1919’da, Padişah Vahdettin başkanlığında toplanan Şûra-i Saltanat toplantısında görürüz. Toplantının esas gündemi, tıpkı Fatih mitingininki gibi, İzmir’in işgalidir. Toplantıya İstanbul Üniversitesini temsilen katılan Selahâttin Bey, dikkatleri bu defa bir başka gerçeğe, aynı günlerde Atatürk’ün de üzerinde yoğunlaştığı ve ancak 23 Nisan 1920’de gerçekleştirebileceği “millet meclisi” hayaline çekecek, Vahdettin’in yüzüne karşı cesur bir tavırla şunları söyleyecektir:
“Artık Şûra-i Saltanat toplamanın zamanı çoktan geçmiştir. Artık devir, Şûra-i Millet toplama devridir!”
Türk milletinin bağımsızlığı uğruna korkusuz ve emin adımlarla her daim ön saflarda yürüyen bu cesur yürek, söz ve eylemleriyle yalnızca Vahdettin’in değil, kısa zamanda işgal kuvvetlerinin de nefret odağı olur. Öyle ki, işgal polisi tarafından takibe alınmakla kalmaz, hakkında suikast planları dahi yapılmaya başlanır. Bunun farkına varıp yanında tabanca taşımaya başlayan Selâhattin Bey, aynı günlerde eşi Seza Hanım ile birlikte muhteşem bir önlem planı yapar. Buna göre, Selahâttin Bey, eşinin balkona asacağı çamaşırların parolasından işgal polislerinin o gün civarda dolaşıp dolaşmadıklarını anlayacak ve eğer tehlikeli bir durum söz konusuysa eve girmeyip geceyi ya dışarıda ya da kayınpederinin Küplüce’deki köşkünde geçirecektir. Çamaşırlardan sızan damlaların Seza Hanım’ın gözyaşları olduğunu ise, ne onları kurutan güneş ne evin beş yaşındaki oğlu Haldun ne de Selâhattin Bey fark edecektir.
Tabii, bütün bunlar, kalbini çok fazla yorar Selâhattin Bey’in. Farklı farklı cephelerde yaklaşık dokuz yüz öğrencisini şehit verdiği yetmezmiş gibi hain yerine konulup takibe alınması ve kendisine adeta namlunun ucunda bir hayat sürdürülmesi, iki defa kalp krizi geçirmesine neden olur. Buna rağmen hasta yatağında makaleler yazmaya devam eden Selâhattin Bey, “okuyup yazmayı bırakıp artık dinlenmesi gerektiğini, aksi takdirde öleceğini” söyleyen doktoruna hiç tereddüt etmeden şu yanıtı verir:
“Memleketin bu durumunda, asıl yazmazsam ölürüm.”
“Memleketinin namusunu silahla değil, fakat kalemle savunan bir komutan” olarak son nefesine kadar savaşmaya devam eden Selâhattin Bey, ne yazık ki Kurtuluş Zaferi’mizi dahi göremeden, 20 Ocak 1920’de, henüz kırk iki yaşındayken veda eder hayata. Ondaki bu tutku, bu yazma tutkusu ise, oğlu Haldun’un yüreğinde yaşamaya devam eder ve Haldun, yazdığı eserlerle, hem Türk tiyatrosunun hem de Türk edebiyatının en büyük isimlerinden biri olur. Babası için yazdığı yazının da yer aldığı kitabına, sanki babasının o “yazmazsam ölürüm” sözünü yanıtlarcasına Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil dizelerini isim olarak seçen ve böylece Yunus Emre’ye de selama duran o büyük insan, Türkçemizin tıpkı Yunus Emre gibi yüz aklarından biri olan, Haldun Taner’in ta kendisidir!
Kaynakça:
* Aziz Nesin, Birlikte Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim, Nesin Yayınevi, 12. Baskı, İstanbul, 2019
* Haldun Taner, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2018
* Seha L. Meray, Lozan’ın Bir Öncüsü Prof. Ahmet Selâhattin Bey (1878-1920), Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2020