Hep söylerim aslında ama hadi ilk defa yazarak da açıklamış olayım: Bu ülkenin en çok şu üç şeyini seviyorum: Tarihini, mizahını ve çağdaş öykücülerini. Bunlardan birincisi köklerimi, ikincisi gövdemi, üçüncüsü ise dallarımı, dal uçlarımı, canlılığımı diri tutuyor. Onlarsız kaldım mıydı âdeta bir ecnebi gibi hissediyorum kendimi. Koskoca vatanıma bir anda Fransız kalmaya başlıyorum.
Hatta geçenlerde bununla ilgili garip bir diyalog bile yaşadım (Diyalog yaşanmaz gerçi ama alışılmış yanlış gerçek doğrudan daha doğru olabiliyor bazen bu tür bağdaştırmalarda). Bu seçkimi öğrenen bir arkadaşım yüzüme karşı şaşkınlığını gizleyemeyip “Hayret,” dedi, “bu üçlü için illa bir edebi tür seçeceğini bilseydim şiiri seçeceğini sanırdım.” Ben de kendisine hiç düşünmeden “Yo, yo,” dedim, “günümüz öykülerini şiirlerine kesinlikle tercih ederim.” Öyleydi ya, ne diye saklayacaktım!
Daha en son işte, yakın bir zaman önce, hatta arkadaşımla aramdaki diyalogtan yaklaşık iki üç gün sonra, Yeni Hayatlarının İlk Günü* adlı öykü kitabıyla Salihcan Sezer, beni bu savıma yani o üçlü seçkime tüm çağdaşları adına bir kez daha inandırdı. Açıkçası daha önce hiçbir yazdığına rastlamadığım bir isimdi, sevgili Sezer. Ancak adını andığım o güzelim kitabıyla hem kitaplığıma hem hayatıma hem de hayal dünyama harf harf, sözcük sözcük, cümle cümle âdeta bir çıkarma yaptı.
Buna “çıkarma” diyorum çünkü karşısında, itirafım olsun bu, vuruldum. Kitaptaki 11 öykünün 11’inden de en az birer ikişer kurşunum var bugün. Kimi deldi geçti kimi teğet geçti ama mutlaka bir değdi ruhuma. Kimini o anda çıkardım kimini zamana bıraktım ama hoşlandım varlıklarından. Nitekim ruha etki etmenin varoluştan bu yana en zor olduğu günlerden geçtiğimizin yazık ki farkında biriyim. Böyle bir etkiye rastlayınca da dayanamıyor, geçip önüne vuruluveriyorum.
Yeni Hayatlarının İlk Günü’nü de yine aynı bu şekilde karşılamış olmalıyım ki kitaba adını veren ilk öyküyü okuduktan sonra gün boyunca düşüremedim onu elimden. Bir ara bir yemek ve yemeğin peşinden de bir kahve molası verdim, o kadar. Beni ona bu kadar bağlayan şeyin ne olduğunu düşündüğümde ise çok geçmeden şu sonuca vardım: Başından sonuna dek hayatın içinden ve iliklerine dek gerçek olması! “Gerçekçi” değil ha, buraya dikkat, “gerçek” olması…
Söz gelimi Nuri Bilge Ceylan’ın ya da o ekolü yansıtan başka bir yönetmenin filmlerini diğerlerinden daha çok sevmeme sebep olan şey de yine budur. İzlediğimin, bana kurgulanan veya çekilen bir şey gibi değil de; hayatın belli başlı köşelerine yerleştirilmiş birer gizli kameradan payıma düşenlermiş gibi gelmesi… Tam da bu noktada diyebilirim ki, Yeni Hayatlarının İlk Günü’nü okurken hisettiğim de tam olarak böyle bir şey oldu. Bahsini ettiğim yönetmenlerin kamerayla yaptığını sevgili Sezer kalemiyle yapmış gibi geldi bana…
Özellikle “Milka” adlı öyküde, evet, bunda… Karısının kendinden önceki hayatını yapmacık hareketleriyle sindirmeye çalışan bir adamın iç dünyasının aralandığı bu öyküde, bahsini ettiğim o gerçekliğin bir ara âdeta şaha kalktığını hissettim. Etrafını küçümser bakışlarla seyrettikçe aslında daha da küçülen bir adamın girdiği o çıkmaz yolda onunla birlikte kalakaldığımı… Ne bir adım ileriye gidebildiğimi, ne de dönebildiğimi oradan… O denli…
Yalnızca bu öyküde değil elbet, neredeyse hepsinde düştüm bu tuzağa (Okurunu tuzağa düşürebilen yazarlara ne mutlu)! “Salinas” adlı öyküde ben de mi çocuk olmadım en az o iki arkadaş kadar, “Kader Kadar Sıcak” adlı öyküde ben de mi yaralanmadım bomba imha uzmanı olmak isteyip de hayallerinin peşinden giden o gençle beraber, “Nuriye Manzaralı” adlı öyküde ben de mi kalmadım üçüncü bir kişinin yıktığı o evliliğin altında… Neler neler! Ama en başta da dediğim gibi, yok, hayır, çıkarmayacağım ruhumdan, sevdim ben bu kurşunları…
Gerçi böyle söyleyince kitaba baştan sona hep bir hüzün hâkimmiş gibi konuşmuş oldum ama öyle olmadığını yol yakınken vurgulamak isterim. Aksine, her bir öykü, sonunda sanki okurunu karanlıktaki bir kibrit çakımı kadar bile olsa bir aydınlıkla uğurlamak ister gibiydi. Hani, şu, hemşirelerin iğneden sonra kolumuza bastırdığı o alkollü pamuk gibi, son bir avuntuyla… “Buralarda olan oldu ama bari sen üzülme ey okur!” kaygısıyla sanki… Ne iyimser bir açıklık…
Dilerim bu açıklık hep bir üç nokta hâlinde sürer gider de sevgili Sezer’in mürekkebinde; onu öyküleriyle, biz de, tıpkı o hemşirelerin kolumuza pamukla yaptığı gibi, ömrümüzce kalbimize basarız. Tarih dünde kaldı çünkü. Mizahsa hep acılarımızdan doğmaya yeminli gibi. “Bari,” diyorum, “Salihcan Sezer gibi yazarlarımız yazmaya devam etsinler de sevilecek bir yanı hep diri kalsın ülkenin.” Kim bilir, tek ihtiyacımız budur belki de!
* Yeni Hayatlarının İlk Günü, Salihcan Sezer, Bilgi Yayınevi, 2025