Bilmem ki nasıl yansır; ama yansıdı, daha doğrusu yansımış. Fark edemediğim bir sürecin sonunda olmuş olan, belki de hepimiz için böyle gelişti bu; ama yansımış, sindirilmişliğimiz dilimize fazlasıyla yansımış çoktan. Günlük dilimize, yazı dilimize, küçük dilimize, büyük dilimize… Ah, ne yazık…
“Evet, evet, hakikaten sindirilmişiz ve bu durum artık dilimize kadar nüfuz etmiş,” dediğim yer bir otobüs oldu, özel halk otobüsü. Hangi şehrin belediyesine ait bir otobüs olduğu şöyle dursun, tıngır mıngır ilerlerken içerisindeydim ben de, çarşısına doğru gidiyordum o şehrin, bir ara bir konuşma çalındığı kulağıma. Yan yana oturmuş iki kadın, emekli maaşlarının yetersizliği hakkında dert yanıyorlardı ki bana daha yakın duranı, çok geçmeden, “Yapcak bi şey yok!” diyerek kapatıverdi konuyu. Öbürü de aynı şekilde onayladı bu yankini: “Öyle valla, yapcak bi şey yok!”
Konu onlar için orada kapanmıştı belli ki ama benim için daha yeni açılmıştı. Yetmişti yani, kurcalamaya aklımı. Baktım kaçamayacağım bundan, ne yaptım ben de, üzerine üzerine gittim o duyduğumun. Durup uzun uzun düşündüm bu “Yapcak bi şey yok!” cümlesi üzerinde. Orasını inceledim, burasını kurcaladım, derken çok fena bir manzarayla karşılaştım. Sonuçta, bu, bahsini ettiğim cümleyi ilk duyuşum değildi. Son zamanlarda ne çok duyar olmuştum öyle!
Öyleydi ya, herkes her konuyu bu cümleyle kapatır olmuştu çevremde. Arkadaşlarım, iş arkadaşlarım, tanıdıklarım, tanımadıklarım, tanımayıp kulak misafiri olduklarım, herkes… “Ben hayatın mağlubuyum” hissiyle yaşayanlar da yapıyordu aynısını, gücünün ayırdında olanlar da. Tümüyle bir sindirilmişlik bulutu altında yaşıyorlardı sanki. En ufak bir meseleyi hatta en ufak bir konuyu bile, uzun bir savaşın sonunda artık bir başına kalmış bir komutanın diliyle karşılıyorlardı: “Yapcak bi şey yok!”
Hadi, diyelim ki, ölüm karşısında kurulur bu cümle, anlaşılır. Kaza karşısında, bela karşısında, yangınlar, depremler, fırtınalar karşısında kurulur, yine anlaşılır. Ama en ufak bir mesele ya da en ufak bir konu karşısında bile aynı cümleye başvurmak, bir tür sindirilmişlik belirtisi değilse nedir ki? Bir bakıma “Onu ancak başkaları yapabilir” ya da “Başkaları benim için böyle yaptıysa buna katlanmaktan başka çarem yok” demek değil midir, yapacak bir şeyinin olmadığını veya kalmadığını söylemek? Üstüne üstlük buna sürekli ama sürekli sığınmak, ha… Yorulacağımıza hiç konuşmayalım madem, hiç çırpınmayalım; uzatalım bileklerimizi o “başkalarına” doğru, kelepçelenelim; prangalanalım ya da ayaklarımızdan; teslim olalım, köle olalım onlara, daha iyi…
Daha iyi, çünkü hiç değilse onurlu olur böylesi. Hem yormaz da! Yorsa yorsa bir kere yorar en fazla. Öbür türlüsü, yani her türlü sonuca boyun eğen bir poza bürünmek, çok daha fena bence, acizlik! “Sularsan açarım, sulamazsan da hep solgundum zaten” demekten başka bir şey değil! Kötüyü daha kötü, çirkini daha çirkin, çobanı daha sopalı, kızgını daha maşalı kılmaktan başka hiç…
Varacağı yer gibi işte, anlattığım hikâyenin! Neydi orada konuşulan konu? Emekli maaşlarının azlığı… Pekâlâ, kimin elinde bu emekli maaşlarına zam yapmak? İktidarın elinde… Şimdi, bir de, aynı konu için herkesin “Yapcak bi şey yok!” dediği bir ülkede, iktidarın bürüneceği umursamazlık hâlini bir düşünelim. Korkunç, değil mi? Kabullenmişsin ki sen çoktan, sinmişsin ki…
Başka bir örnek de, hadi, tarihten verelim. İnsin Gazi’miz trenden, Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerine kadar gelsin yine, baksın ki karşısında işgal gemileri, Boğaz’ı bir uçtan öbür uca kadar sarmışlar… Buraya kadar her şey aynı olsun, tarihteki gibi gelişsin; ama tam bu anda “Geldikleri gibi giderler!” demesin de Gazi, “Yapcak bi şey yok!” desin. Diyebilir miydi? Elbette diyebilirdi. Ama deseydi ne olurdu, dememiş de ne olmuş, işte, orada tarih…
Her neyse! İşin bu kısmı başka bir sorunun yanıtı sanki. Dolayısıyla başka bir tartışmanın konusu… Asıl soruma ise, niçin saklayayım, bir tek yanıt bulamadım henüz. Sahi, sindirilmişlik dile nasıl yansır? Yansıyınca ne olduğu ortada, bakıldığında. Ya nasıl yansır sindirilmişlik dile? Oraya kadar hiç mi ayırdına varılmaz sindirildiğinin? Belki de asıl tartışılması gerekenin bu değil de “bunu nasıl kabullenebildiğimiz” sorusu olduğundan şaşırıp kalmışımdır böyle. Ama olsun, biraz daha düşünüp taşınayım bakalım; “yapcak bi şey” her koşulda vardır çünkü, hiç olmaz mı, olmuştur!