Eski Türklerde ne güzel bir âdetmiş o öyle, ölüleri eşyalarıyla birlikte gömmek. Düşünsenize! Büyüklüğüne, küçüklüğüne, gücüne, acizliğine, şanına, şöhretine, hiçbir şeyine bakılmadan, hiçbir anlamda şekilcilik yapılmadan yani, her ölü için bir müze kuruluyor özenle. Muhteşem âdet! Belki gezilemiyor hiçbiri, belki her istenildiğinde görülemiyor eşyalar ama bugünün ağzıyla “ilkel” denilebilecek o çok eski topluluklarda bile saklama kültürünün yani gerçek anlamda muhafazakârlığın bu kadar gelişmiş olması bende aşırı seviyede bir hayranlık uyandırıyor kendilerine karşı, ne yalan…
Ha, denilebilir ki şimdi bana, “Yahu Karacan, müze de nereden çıktı, onlar bunu yalnızca ‘ölümden sonra da bir hayatın olduğu’ inancıyla yapıyorlardı!” Elbette denilebilir böyle şeyler, niçin denilemesin ki! Ama, laf orada kalmaz ya, sorarım ben de zat-ı şahanelerine: “Şu Yeni ve bir o kadar Müslüman Türklerin ölümden sonraya dair inançları Eskilerinkinden farklı mı sanki? Bugün niye böyle bir âdet yok öyleyse?”
Uzun lafın kısası, ölülerin eşyalarıyla birlikte gömülmeleri âdeti, ya da inancı ya da fikri, adına her denilirse denilsin, muhteşem bir gelişmişlik göstergesi bence. Duyarlılık, incelik, kadirbilirlik timsali… Böyle yapılarak, hiç değilse, ölen kişilere ait eşyaların nerede oldukları bilinir kılınmış ki bu bile başlı başına değer övgüye! Hele bugünden, şairin de dediği gibi şu “çok çiğ çağ”dan bakınca olaya, övmemek elde değil rahmetlileri (Sonuçta her biri rahmetli şimdi), yüceltmemek elde değil!
Öyle ya, lafa gelince mangalda kül bırakmayız, din de bizdedir, inanç da, muhafazakârlık, kadirbilirlik, incelik, duyarlılık da; ama ölüye saygımız en çok, o da en çok, tutup toprağa verene kadardır onu, gömene kadar. Sonrası… Sonrası “adam mezara, metrukâtı mezata”… Nesi kalmışsa sat, nesi kalmışsa dağıt, satamadığının, dağıtamadının da kavgasını et, ne âlâ… Öyle üç beş ailenin, beş on kişinin sorunu da değil bu, ha! Hepimizin, her birimizin, kimliğimizin bir sorunu, ülkemizin… Daha açık söylemem gerekirse de, şu Yeni Türklerin…
Yoksa, sorarım şimdi size, biz o Eski biz olsaydık, yani bahsini ettiğim atalarımızın devrine denk gelmiş olsaydık, hadi geçtim kendi akrabalarımızın “metrukât”ından, “böylesi yüz yılda bir anca gelir dünyaya” denilebilebilecek değerdeki insanlarımızın, söz gelimi Şemsettin Sami’nin, ilk Türkçe romanı ve ilk Türkçe asiklopediyi kaleme almış, Türkçemizin modern anlamda en geniş kapsamlı sözlüğünü hazırlamış, hakçası kültürümüze bu denli katkılar sağlamış olan o büyük ustanın 20 bin ciltlik kütüphanesini vefatının hemen ardından yağmalayıp elden çıkarır mıydık?
Geçtim eşyalardan, hadi geçtim, tarih ilmine insan sıcaklığını katık ederek yazdığı birbirinden değerli eserleriyle geçmişimize ışık tutmuş, İstanbul için kısıtlı imkânlarına rağmen benzersiz bir ansiklopediye imza atmış olan Reşad Ekrem Koçu’yu, şiirleriyle bir döneme damgasını vurmuş, hikâyeleriyle nice kalbe değmiş ve yine İstanbul için “Öpüp başıma koymak istediğim şehir!” diye haykırmış olan Ziya Osman Saba’yı, koskoca İstanbul’da yersiz, yurtsuz, mezarsız, taşsız bırakır mıydık?
Hakeza Cahit Irgat’ın, hakeza Güngör Gençay’ın ve daha dün denilebilecek kadar yakın bir zamanda ise küçük İskender’in kütüphanelerini, yangından mal kaçırırcasına vefatlarının hemen ardından sağa sola dağıtır, ona buna cepletir, raflarından Vita yağlarının, kiloluk peynir tenekelerinin, fırıldakların, topaçların, kaynana zırıltılarının sırıttığı antikacılara yok pahasına peşkeş çeker miydik?
Elbette yapmazdık, öyle değil mi, elbette yapmazdık hiçbirini! O kadar anı, o kadar eşya, o kadar eser…
Giderdik en fazla, toplardık vakti gelince hepsini, toprağa, sahiplerinin yanı başlarına gömüverirdik. Hem böylece, gezilemiyor, görülemiyor bile olsalar, bir işe yaramış ve müzeler kurmuş olduğumuzla övünürdük. Ama, ne var ki, geldiğimiz şu noktada, değil müzelerini, hayallerini bile kurmak bile zor artık bunların. Geçti çünkü pazarı Bor’un; değiştik biz de, çok değiştik, Yeni’lendik bir defa; şu hâlde Orta Asya’ya kadar geri geri sürsek belki anca, eşeği…