Akşam gazetesinin 24 Kasım 1934 tarihli sayısı için Orhan Selim takma adıyla kaleme aldığı “Ağaçlar” başlıklı yazısında Nâzım Hikmet, “Her ağaç bir adama benzer…” der, “Onlardan bir dal koparmak kol kırmak gibi, bir yaprak yolmak göz çıkarmak gibi gelir bana…”
Vaktiyle böylesi cümlelerle donatılmamış çocuklar büyüyüp şimdi birer devlet adamı olduklarından, ülkemizde bugün pek çok orman ya bir müteahhide ya bir otel işletmesi sahibine ya da bir madencilik şirketi ortaklarına peşkeş çekilmiş durumda. Üstelik buna aynı hızla ve göz göre göre devam ediliyor. Hâliyle gün günden daha bir sönüyor ciğerlerimiz; kavakların yerini kamyonlar, çınarların yerini binalar, hayvanların yerini gözlerini para bürümüş insancıklar alıyor.
Üzülen elbette vardır da, şaşıran var mıdır buna, bilmem. Ben şaşırmıyorum. Zira bir Kızılderili atasözü olsaydı dilimizden düşürmeyeceğimiz şu yukarıdaki cümleleri, biz, tarihin tozlu raflarına çoktan kaldırıverdik. E, böyle bir halkın ormanlarını talan edip ciğerlerini söndürmeyeceklerdi de, elin Amerikalılarınınkini mi söndüreceklerdi?
Kim ne derse desin, nasıl yaklaşırsa yaklaşsın, hatta çözümü nerelerde arıyorsa arasın, ben bu pencereden bakıyorum olanlara. Bir yerde ağaçlara mı kıyılmış, imara açılması için orman mı yakılmış; içimden ister istemez “Ya ne olacaktı ki,” diyorum, “Nâzım Hikmet’in, ağaçları kesmek şöyle dursun, onlardan bir tek dal koparmayı bile kol kırmak gibi gördüğü cümlelerinin unutulup gittiği bir ülkede başka ne olacaktı ki?”
Aynı ayıbı Ahmet Necdet’e de yaptık biz. Cumhurbaşkanı olanına değil, canım! Şair olanına… Unuttuk onun “Palamut Meşesi Bu Şiir Sana” adlı şiirini, benimsemedik, “çoktan kaldırıverdik tarihin tozlu raflarına”. Hâliyle şu sımsıcak dizelerin yerini, ormanlık arazilerin satışa çıkarıldığı ihalelere ait dosyalardaki o soğuk yüzlü cümleler aldı:
“Meşe nasıl yazsam seni
Bin bir sözle bir heceye
Benden ve bizden önceni
Nasıl çizsem gök kubbeye
Düşen aydınlık gölgeni”
Bir palamut meşesini ya hu, bildiğimiz bir palamut meşesini bile kelimelerin kifayetsiz kalacağından endişe duyarak yazan Ahmet Necdet’in yalnızca şu beş dizesini gerçekten ama gerçekten özümsemiş olsaydık, sorarım size, bu ülkede ağaçlara bu kadar kıyılabilir miydi? Ya da Didem Madak’ın Ah’lar Ağacı‘yla hüzünlenip Başaran’ın Ahlat Ağacı‘yla içlenen bir millet olabilseydik, sorarım size, ciğerlerimizden bu kadar kolay olabilir miydik? Geçtim hepsinden, hepsinden geçtim, “yeşil” sözcüğünün “yaşıl”dan geldiğini, aynı “yaşıl” sözcüğünün “yaş” kökünden türediğini ve bu “yaş” kökünün ayrıca “yaşam” sözcüğünü türettiğini görebilseydik, yani dilimizin “ne kadar yeşil, o kadar yaşam” diye bas bas bağırdığını duyabilseydik, bu ülkede bir tek ağaca zulmedilebilir miydi?
Sorularım gayet açık, yanıtları da bir o kadar basit; ama gelgelelim ne ilk okulda okutuluyor bu incelikler, ne de orta okulda. Hatta edebiyatla ilgili bir bölüm değilse üniversitelerde bile okutulmuyor. Ya ne okutuluyor onların yerine, söyleyivereyim:
“Baltalar elimizde, uzun ip belimizde,
Biz gideriz ormana, hey, ormana!”
Şimdi doğru oturup doğru konuşalım. Çocukluğu şu iki dizeden geçmiş biri ile yukarıda adlarını andığım şairlerimizden, yazarlarımızdan geçmiş biri aynı olabilir mi? Çıkarları söz konusu olduğunda hangisi kıyacaktır ağaçlara? Hangisi yakacaktır ormanları? Eline balta alıp belini iple kuşatan mı, yoksa gözlerini dünyaya ağaç sevgisiyle yoğurulmuş dizelerle, cümlelerle açan mı? Hangisi?
Bizim en önce ve tez vakitte bunları tartışmamız lazım! Zira bu gidişle griye yani betona boğulmamız, inanın bana, işten değil!