Bir de bu çıkmıştı işte! Birkaç gündür durup durup atları soruyordu annesi. Hâlbuki, değil atları, bir tek kedileri bile olmamıştı ömürlerinde. Rahmetli babasının hayvanlara duyduğu nefreti, onları bu tür alışkanlıkların bir hayli uzağında tutmaya yetmişti. Öyleyse neyin atıydı şimdi bu? Bir türlü anlam veremiyordu.
“Bırak şimdi atları da,” diye yanıtladı annesini, “hapını iç, bak, içmemişsin dün gece.” Ardından bir azar cümlesini nasıl bu kadar sakin bir şekilde sarf edebildiğinin şaşkınlığı içinde balkona çıkıp bir sigara yaktı. Böylesi anlarda hep yaptığı gibi telefonuna sarılıp teyzesini aradı sonra. Duyduğu ilk sesi “Alo!” diye karşılayıp aynı telaşla devam etti sözlerine:
“Ben artık dayanamıyorum, teyze! Ben artık dayanamıyorum!”
Neye dayanamadığı hakkında hiçbir ayrıntı vermediği hâlde teyzesi tarafından anlaşıldığına bir hayli emindi. Ortada bir süredir ve herkes için bir tek sorun vardı çünkü: Annesinin günden güne eriyerek herkesi ve her şeyi unutmaya başlaması! Daha düne kadar çarşıların pazarların altını üstüne getiren o kadın gitmiş, yerine bambaşka biri gelmişti sanki. Avurtları çökmüş, dudakları incelmiş, gözleri yuvalarından fırlayacak bir hâl almıştı. Eriyivermişti hepi topu üç dört ayın içinde.
“Bilırım, a kızanım, bilırım,” diye karşılık verdi, telefonun diğer ucundaki cızırtılı ses, “bilırım, sabır işidır işın! Ama sık dişını, bak, ne kaa güzel, sen gibı yufka yureklı, meğramet sağibi bi kızanı duruğ başında.”
Teyzesinin bu sözleri üzerine içinin biraz olsun genişlediğini hissetti ama sigarasını da değme dertlinin çekemeyeceği bir nefesle çekmeye devam ediyordu. Dudaklarının artık iyice yandığını hissettiği bir anda ciğerlerindeki bütün dumanı olduğu gibi boşaltıp “Bilmiyorum, teyze,” dedi, “onun için iyi ama ya benim için… Bilmiyorum. Onu öyle görmeye…”
“Dayanamam, dersın, ben anlarım senı,” diyerek tamamlayıverdi teyzesi, yarım kalan lafını. O sırada bir kelebek, gelip hemen yanı başındaki sebzeliğin çekmece koluna hiç çekinmeden konuverdi. Eskiden olsaydı aynı manzarayı gören annesinin bu davetsiz misafir için mutlaka “bir ölmüşlerinin ruhunu taşıdığı ve dua istediği için geldiği” yorumunda bulunacağını ama şimdi içeride duaya ölülerden çok daha muhtaç olduğunu düşündü. Bu düşünceyle dolan gözlerini elinin tersiyle gelişigüzel silerken gerçekler karşısında yanılmak isteyen birinin çaresizliğiyle “İyileşmez mi ki?” diye sordu teyzesine “Hani, ne bileyim, bir mucize filan… Ha, teyzem? İyileşmez mi?”
Soruyu hiç beklemediği bir yerden almış olacaktı ki bir süre hiçbir yanıt veremedi teyzesi. Ardından bir denizin maviliğini bile inkâr etse inandırabilecek kadar nahif bir ses tonuyla “Allah’tan ümit kesilır mı hiç, a kızanım,” dedi, “bak, yabancımız değilsındır sen bizım, ben eniştenın dürt yıldır altını temizlerım da devrisi günü yine kalkıp işıne gitcek sanırım.”
Doğruydu, teyzesi için bir de bu yüzü vardı madalyonun. Kardeşinden başka, kocası bir de… Kırk yıllık hayat arkadaşı… Kendisinin hiç değilse annesi vardı bir. Bir tek onun çekeniydi şimdi, tutunacak dalı. Ya aynı anda bu kadar düşkün kardeşi olsaydı bir de… Dayanabilir miydi tıpkı teyzesi gibi? Dayanabilir miydi yüreği, onunki kadar? Bunları düşünürken sigarasını önündeki saksılardan birinin toprağında özenle söndürüp “Eniştem nasıl bari,” diye sordu, meraklı bulunmaya zor da olsa çabalayarak, “iyi mi, yerinde mi sağlığı?” Sorusunu sormaya kalmadan uçup gittiğini gördü sonra, davetsiz misafirlerinin. Son anda, göz ucuyla…
Varlığından haberdar bile olmadığı kelebeğin peşi sıra “İyıdır, iyıdır,” diye karşılık verdi, telefonun diğer ucunda yeniden cızırdamaya başlayan ses, “ep aynı, bildığın gibıdır işte! Verırsam yer, vermezsam yemez bre.” Ardından çok daha keskin bir ses tonuyla “Em boşveresın şimdı eniştenı,” dedi, “konuş bakam bi teyzacığına, sen neye içerledın bu kaa, he, ilaclarını mı içiremezsın?”
İlaçlarını içirememek de bir şey miydi, onca şeyin yanında? Bir defa annesi diye biri yok gibiydi artık. Vardı da, işte, bir ölü bir hatırada ne kadar var olabilirse o kadardı varlığı. Onulmaz, silik… Tüm bunların orta yerinde, tıpkı bir enkazın altından seslenen kimselerin hissettiği gibi boğulduğunu hissederek, “Keşke ilaç olsa, teyzem,” dedi, “bir derdimiz bu olsa keşke!” Ardından bir sigara daha yakıp çektiği ilk dumanı üfleye üfleye devam etti sözlerine:
“İyice kaybetti kendini artık. Bir görsen! Aklına eserse günde bir iki kere ya tanıyor ya tanımıyor beni. Tutturmuş şimdi de, nereden çıktıysa, at mat soruyor boyuna bana. Atlar gelmiş miymiş de, falan da, filan da… Yakup makup deyip duruyor kaç gündür. Yakup da kimse artık… Vallahi tükendim, teyze, bittim, aşırı tükendim!”
Yakup adını duyar duymaz verdiği tepkiye bakılırsa tanıyor olmalıydı teyzesi onu. Sahi, tanıyor muydu? Bir süre sessiz kaldıktan sonra ortaya attığı “Kimdır o Yakup, bilır mısın?” sorusu, bir şeyleri açığa vurmaya tek başına yetmişti aslında. Besbelli tanıyordu Yakup’u, hiç değilse biliyordu. Sonuçta yanıtı kendinde bulunmayan hiç kimse böylesi bir soru atmazdı ortaya, sormazdı. Neyse ki çok geçmeden yanıtı da çıkageldi, telefonun aynı ucundan:
“Bilmezsın, gerçı, nerden bilceksın! Sen daha dünyada bile değildın zaar. Dedenlerın Yumacık’taki evlarına gitmişsındır. Dışı boyle, sacdan… Bizım çocukluğumuz o evde geçtiydı işte, anacığınla, kardaşımla. Oradaki evimızın hemen yukarısinda da bi köpru vardı, şimdı da durur o köpru. Bilırsın. O eskidan tahtaydı, köyun adamları çaktiydı onu. O vakitlar, işte, inceden de bir adam yaşardı köyde, Arabacı Osman derlerdı adına, o hep atiyla geçerdı o köprudan. Biz da onu görur görmez o tahta köprunun hemen altına girerdık ki oşumuza giderdı atinın o nallarinın sesi. A şimdı bile kulağımdadır, inanir mısın? O geçerken, tıkı tıkı, tıkı tıkı, bayilirdık onu dinlemeğe. Yakup da, o atın ismıdır işte. Sen at demeseydın bilmem ki bilır miydım bu kaa kolay? Benim melek yuzlü ablam onu sayiklar demek, a!”
Teyzesinin anlattıkları karşısında dolan gözlerini bir kırpışta boşaltıverdi yanaklarına. Bir yandan da kendine kızdı, Yakup’u en başından beri annesinin kavuşamadığı biri hatta ilk aşkı sandığı için. Üstüne üstlük, hafiften de bir utanç duydu içinde. Ardından, yaşlarla örülü yüzünün orta yerinde bir gökkuşağı gibi belirdiğini fark etti tebessümünün. Davetsiz misafirlerinin biraz önce kanatlanıp uçtuğu yere baka baka ama içi acıya acıya, yüreği kanaya kanaya devam etti gülümsemeye.
Tam o sırada, bir tıkırtı duydu içeriden. Saniyenin belki de binde birine denk düşen bir zaman dilimi içerisinde aklına üşüşen düşünceler, içini yaktı. Annesinin düşüp kaldığını, düşerken de kafasını bir yerlere vurduğunu sanarak elindeki sigarayı alelacele söndürüp içeri koştu. Teyzesine “Ben arayacağım teyze seni!” diyerek telefonu kapattığı gibi annesinin yattığı odaya girdi. Oradaydı annesi, yerde, masanın altında, çömelmiş bir vaziyette oturuyor; bir yandan da elindeki kumandayı başının üstündeki masaya vura vura kahkahalar atıyordu. Bir süre anlam vermedi gördüklerine. Ama biraz sonra annesinden gelen o çocuksu davet, yüzündeki anlamsız ifadeyi ağlamaklı bir gülümsemeye dönüştürmekte gecikmedi:
“Gelsene, çocuk! Yakup geçiyor, hadi!”
Çok beğendim. Abartısız ve sade bir dille, şive gereken yerde şiveyle yazılmış. Okuru içine çeken bir öykü. Tebrikler.
Çok teşekkür ederim, Veda Hanım… Yazarken de yer yer içim acıdı, yer yer Trakyalara gittim geldim. Var olun…