ÇYDD Erenköy Şubesi, 2019 yılının 17 Mayıs’ını 18 Mayıs’ına bağlayan gece yarısı saat 00.30 civarında, cesur yürekli Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak basışının 100. yıldönümü etkinliklerine katılmak üzere, İstanbul’dan Samsun’a otobüs kaldıracak, üyelerinin yanına iki öğrenciden başka beni de katacaktı. Tam anlamıyla Amasya’da başlayacak olan programımızın son durağında yani Sinop’ta önce hep birlikte Tarihî Sinop Cezaevi’ni gezecek, ardından bir buçuk saatlik serbest zamanımızın bitişine boyun eğip dönüş yolumuza devam edecektik. Bu, benim, tarihî cezaevine ikinci gidişim olacaktı.
Otobüsümüz bizi indirmek üzere cezaevinin kapısına doğru yaklaşırken içime birdenbire tarifsiz bir heyecan dolmuştu. Çünkü buraya ilk gelişimde henüz tek haneli yaşlarını doldurmakta olan, surların büyüklüğü dışında hiçbir şeye gereken anlamını yükleyemeyen, hâliyle yükleyemediğinin de farkında olmayan küçücük bir çocuktum. Ama artık yüzlerce kitap okumuş bir fakülteli olarak, başta Sabahattin Ali’nin olmak üzere, pek çok şeyin izini sürebilecek, dağarcığımdaki buraya ait olan bilgileri yerinde ve yeniden yaşayabilecektim. Öyle ki, yol boyunca, kendime sürekli olarak aynı şeyi tembihler olmuştum: “Dosdoğru Sabahattin Ali’ye koşmalısın!”
Biletimi alıp cezaevinin en dış kapısından içeri girer girmez kafileyi farkında olmadan arkamda bırakmış, labirentte peynir arayan bir fare gibi, Sabahattin Ali’nin yattığı koğuşu aramaya başlamıştım. Çocukluğumu hayrete düşüren o devasa surların bu defa yüzüne bile bakmamış, onlardan çok daha büyük olduğuna inandığım bir ustaya kavuşabilmenin telaşına düşmüştüm. Adımlarım bu telaşla oradan oraya sürüklenirken ardımda bıraktığım kapılar ise konuğuna yani bana yeni yeni yollar açıyor, ama nereye açıldıklarına dair en ufak bir ipucu bile vermiyorlardı. Neyse ki sandığım kadar vakit kaybetmeden bulmuştum aradığımı. Daha doğrusu, genişçe bir avlunun ta karşı dibindeki daracık bir kapıyı işaret eden oklu bir tabela, “Doğru yoldasın,” demişti bana, “doğru yoldasın, bak, ‘SABAHATTİN ALİ KOĞUŞU’ orada!”
Bu paslı tabelanın yanında bir de hatıra fotoğrafı çektirmek isteyince cep telefonumu birlikte geldiğimiz arkadaşlarımdan birine uzatmış, büyük ustayla kavuşma anımızı ölümsüzleştirmesini kendisinden rica ettikten sonra pozuma hemencecik bürünüvermiştim. İşaret parmağımla tabelayı gösterir bir hâlde zor da olsa gülümsemeye çalıştığım o sırada gözetleme kulelerinden birinde bir hareketlilik olduğunu fark etmiş, göz ucuyla gördüğüm bu karaltının bir askere ait olduğunu düşünerek poz vermeye devam etmiştim. İyi de, takvim yaprakları 2019 yılını solarken, üstelik cezaevinin cezaevliği tarihe karışmış ve içerisi müzeye dönüştüreli yıllar olmuşken nöbet tutan bir askerin ne işi vardı ki burada? Saniyenin belki de binde birine denk düşen bir süre zarfında kafamın içinde şimşek gibi çakıp sönen bu soru, bakışlarımı aynı karaltıya birkaç defa daha sürmeme neden olmuş ve beni âdeta şaşkına döndürmüştü. Ama asıl şaşkınlığı birkaç saniye sonra, karaltının nöbet tutmakta olan bir askere değil rüzgârla dans etmekte olan bir gül ağacına ait olduğunu anladığımda yaşayacaktım. Evet, asker değil, bir gül ağacıydı bu; gözetleme kulesinin içinde bir gül ağacı büyümüş ve nöbeti şimdi o tutuyordu. O anda içimden uzun bir “Yaaa,” çekip “ne olacaktı ki,” demiştim kendi kendime, “zamanın çarkı döndüğünde silahların yerini işte böyle güller alacak; ama kalemler, her ne şartta olursa olsun, kalem kalmaya ve ışık saçmaya devam edecek! İşte kanıtı…”
Öyleydi ya, Sabahattin Ali’yi yıllar önce salt düşüncelerinden ötürü buraya hapsedip başına da bir dünya asker diken o zalimler yok olup gitmişlerdi zaman içinde; ama Sabahattin Ali, tam da zulme uğradığı yerde, zamana bir yontu gibi meydan okumaya ve yaşamaya devam ediyordu. Geçmişte ona zulmedenlerin bugün koltuğunda oturanlar, ustanın titreye titreye geceler devirdiği o buz gibi koğuşa şimdi turistik bir cazibe muamelesi ediyor ve ziyarete gelenlerden tonlarca para kaldırıyorlardı. Özcesi, İçimizdeki Şeytan’ın o şeytan bellenen yazarı gitmiş de yerine sanki kanatsız bir melek gelmişti; oysaki Sabahattin Ali’nin kendisi de, düşünceleri de, yazdıkları da, yine aynı Sabahattin Ali, yine aynı düşünceler, yine aynı yazılardı. Değişen ve dönüşen yalnızca zaman ve bulundukları zamanın şeklini alan eyyam reisleri olmuştu. O eyyam reisleri ki bugün de bugünün kalemlerine zulmetmeye tuhaf bir biçimde devam ediyorlardı.
Bu karmaşık duygular içerisinde tabelanın işaret ettiği yolu takip edip koğuşun demir parmaklıkları önüne vardığımda hâlâ o gül ağacını düşünüyor, ağacın bir şekilde yanına varıp kopardığım bir dalını ustanın duvarda asılı duran fotoğrafına uzatmamak için kendimi zor tutuyordum. Bir yandan da çekiniyordum, bir gül kadar narin olduğunu bildiğim bu güzel insanın bir gülü incittim diye bana tavır almasından. Bu nedenle fikrimden kolay dönmüş, ustaya gül yerine hemen oracıkta sigara paketimin kağıdına yazıverdiğim (Bilmem ki hâlâ durur mu o kağıt, oralarda bir yerde?) şu dizeleri uzatmıştım: “Dışarda güller, goncalar / Açmış, Ali’sini arar / Bizi onlardan soralar / Hoşça kal, ustam, hoşça kal”.
İtiraf etmeliyim ki, dönüş yolumuz boyunca hep bu şiiri okumuştum içimden. Hem de Kerem Güney’in o ölümsüz bestesi ve Edip Akbayram’ın o benzersiz sesiyle…